20 Ocak 2013 Pazar

Bir varmıış bir yokmuuş..




Elektriklerin sık sık kesilmesinin olağan sayıldığı günlerin çocukluğuma rastgeldiği zamanlardı. Salondaki cam kapaklı vitrinin gözünde duran mumların düzenli olarak yanıp küçüldüğü günlerdi o günler .İki kollu gümüş mumluğun vitrine kaldırılmasına ve oradan bütün salona, tacını çoktan yitirdiği halde pelerinini sırtından çıkarmamakta ısrar eden bir kralın acısınası görüntüsüyle bakmasına da çok vardı daha.

Sık sık elektriklerin kesildiği günlerdi ve evin karanlıktan korktuğu için mum ışığının bulunduğu oturma odasından ayrılmayan, fakat ilkokul öncesinin bendine sığmayıp taşan enerjisiyle düz duvara tırmanan küçük kızının (yani bendenizin) zaptedilmesi gerekmekteydi aynı zamanda.

 Evin bu en küçüğünün dahil olmak için her an çabalayıp durduğu halde bir türlü kabul edilemediği ‘Büyükler Kulübü' vardı. Kulüp, bir üyesini bu zaptetme görevini yerine getirmek için görevlendirmekteydi . Her üye kendi zevkini oyun adı altında rahat rahat kakalasın diye.

En küçük büyük, yani abi ile; mum ışığından ve ellerin duvara düşen gölgesinden yararlanılarak oynanan Ali Baba'nın çiftliğinden hayvan manzaraları oyunu.
Ortanca büyük, anne ile;  Al bu dolu şişeyle boş şişeyi, al bir de üstlerine huni, dök suyu bir birine bir diğerinecilik oyunu. 
(Anne evin tek küçüğü ile bolca vakit geçirmenin verdiği deneyimle, bu dünyanın en anlamsız oyununun ona manyakçasına zevk verdiğini keşfetmiştir çoktan)
Sonuçta her seferinde oyuna çıkan ve elektriklerin geri gelip tüm o büyüyü bozacağı ana kadar hevesle peşinden koşulan tüm bu zevklerin içinde bir tanesi vardı ki, tadı elektrikler gelse dahi bozulamadığından bir başka değerliydi:

Büyükler Kulübünün asbaşkanı babaanne ile Masal anlatayım mı sanacılık.

O anların tadı, elektriklerin gelip kendini hatırlatmasıyla bile bozulamazdı; zira o titrek mum ışığında öyle bir dünya kuruluverirdi ki gözümün önünde, ne gücünü geri kazanan florasan lamba, ne sahip olduğu birkaç kanalı anlamsız bir gururla yeniden bağırtmaya başlayan televizyon bozabilirdi bu caanım rüyayı.

Hayalperest bir çocuk olmanın bir takım yararları ve de zararları var. Şöyle ki, eğer hayal dünyası renkli bir çocuk iseniz, iki çomak üç taşla oyun kurma yeteneğiniz sayesinde günlerinizi bir an bile sıkılmadan geçirmeniz mümkündür
 Gelin görün ki bu iki çomak üç taşı oyuncak olarak görme kabiliyetiniz bazen onların aslında ‘sadece taş ve çomak’ olduğu gerçeğinizi kabullenmenizi zorlaştırabilir.
Hele bir de hem gereğinden fazla hayalci, üstüne bir de dünyanızı anlattığı hikayelerle, masallarla süsleyen bir babanneye sahip iseniz, yankıları ilerleyen yaşlarınıza kadar sürecektir.
Üstelik öyle ufak tefek, ruhunuzun bir köşesine tıkıştırıp kurtulabileceğiniz bir huy da değildir bu hayalperestlik.
Yemek masasının altında kendi sarayını kurmuş bir kraliçe iseniz çocukluğunuzda, ileriki yıllarda bir türlü maaşınızı vaktinde ödemeyen iş yerinde ‘ben zaten sadece bu işi sevdiğim için çalışıyorum ki’ diyerek dolaşmanız da mümkündür.
Ama ola ki bu yeteneği bir şekilde kullanmayı başardıysanız, büyük ihtimal sanatla, özellikle de edebiyatla seviyeli bir ilişki yaşayacağınız kesin gibidir. 

Oyunların oyun, masalların masal olduğunu bilecek kadar büyüdüğünüz zaman bile, ruhunuz her daraldığında atacaktır kendini kitapların serin gölgesine.
Atacaktır atmasına da, muhtemelen bu kaçışlarında da çocukluğun o şimdiki hayatınızdan çook uzakta kalmış şekerli tadını arayacağınızdan, içinde bol miktarda beton, metal ve benzeri bulunan bilim-kurgu ve günlük hayatın klişelerinden kurtulamamış tarzlar da, hoşlansanız bile gözbebeğiniz olamayacaktır hiçbir zaman. 

Çünkü sizin seçiminiz yıllar yıllar önce, babaannenizin ‘etin ite, otun ata’ verildiği masallarla belirlenmiştir zaten. Hele hele o babaanne, suyun öte yanındaki köyünü de masal gibi anlatmış ise, içinde bilgisayarların, gökdelenlerin, helikopterlerin, uçakların, üstün özellikli otomobilerin, hatta cep telefonlarının geçtiği eserler uzak gelecektir size. 
Çünkü amacınız zaten tüm bu modern yığıntının istemediğiniz kadar bulunduğu gerçeklikten, hayatınızdan kaçmaktır bir süreliğine.
Kaçmak ve bir romanın huzurlu gölgesi altında soluklanmak, her şeyin dijital bir karşılığının bulunduğu hayatınıza tahammül gücü toplamak adına.

Yani bunca laf salatasıyla demek istediğim odur ki, çocukluğunu babaannesinin dizinin dibinde ondan hikayeler, masallar dinleyerek geçirmiş bir çocuk iseniz benim gibi, bilim kurgu ve akrabası türler favoriniz olmayacaktır asla. 

Gerilim ve macera okuyun ama ara sıra.
İyi olur.

13 Ocak 2013 Pazar

it's over!


Takvimler 2013 diyeli 13 gün olmuş, taslaklar tamamlanacak yazılarla dolup taşarken bir "yayınla" butonu kadar yakın durduğum şu sayfayı başka yerlerle aldatıyorum.
Yine bir pazar günü, dışarda yağmur yağmış, odamda bir final haftası havası.
Ders çalışmak, loreena mckennitt'in harika sesi eşliğinde daha bir çekilesi hale geliyor.

Her şey zaten, pazar gününü 11' e kadar uyuyarak değil de sabahın köründe uyanarak karşılamamla başladı.
Sabahın altı buçuğunda, o gün özellikle uyumanız gereken bir gün olduğu halde sebepsiz yere küt diye uyanıyorsanız, bir gariplik aramanız gerekiyor. 
Üşümemişseniz, odanız fazla sıcak değilse, tuvaletiniz gelmemişse, içerden uyanmanıza neden olacak sesler duymamışsanız, biri gelip sabah ışığının gözünüzü taciz etmesine neden olacak perdeyi açmamışsa, akşam herhangi bir duygu yoğunluğuyla değil standart bir durumda uyumuşsanız şayet, final haftasındaysanız yani geceleriniz yeterince uzun geçiyorsa ve o gün o saatlerde sınavınız yoksa, normal şartlarda uyanmamış olmanız gerekir. 
Uyandıysanız da bir neden aramaktan vazgeçin, muhtemelen standart dışı bir insansınızdır ve uyanır uyanmaz ben niye uyandım diye merak etmek, cevabı bulmak için yakın zamanınızı tümüyle sorgulamanıza neden olacaktır.
Merak etmedim, sorgulayasım da yoktu.
Çünkü canım koşmak istedi. evet evet! koşmak.

Uzun zamandan sonra spor yapmaya başlayınca beden ''noluyor lan?'' tepkisi veriyor ilk dakikalarda. Örneğin, dalak şişiyor, kalp deli gibi kan pompalıyor, kulaklar uğulduyor, akciğerler oksijenden boğulacak gibi oluyor ve bacaklardaki kaslar yorgunluktan çığlık atıyor.
Hiçbirini takmayıp kulağımda bağıran Thom'a içimden eşlik ederek koşmaya devam ettim.
Arabaların arasından koştum. Yeşil eşofmanlarıyla 70 yaşından sonra sağlıklı bir hayata merhaba diyen yaşlı bir amcanın hemen arkasından koştum, kendisini geçmek saygısızlık olurdu.
Belediyenin yaptığı dandik spor aletlerinde ''vici vici'' sesi eşliğinde pedal çeviren başörtülü teyzenin arasından koştum. Bisikletli iki yabancının, iş makinasıyla kaldırımları parçalayan beyaz saçlı amcanın, binaların ve diğerlerinin arasından koştum.

Tuhaftır ki insan koşarken, daha doğrusu spor yaparken kafasını gerçekten boşaltıyor. Çünkü düşünmeye çalıştığım hiçbir şeyin ucunu yakalayamadığımı farkettim. 
Bedenim çalıştıkça zihnim adeta duruluyordu. Acayip hoşuma gitti bu. Her fırsatta bunu yapmaya karar vererek eve dönmek üzere adımlarımı yavaşlattım.

Metronun hemen yanında, camında büfenin iç tarafından yazıldığı için ''aeva tl bulunur'' yazan yeni büfenin yanından geçerken, hala çizgi film izleyecek kadar büyümediğimi ama bazı şeylerin değişmesi için yattığımız koltuklardan kalkmamız gerektiğini bilecek kadar da olgunlaştığımı düşünürken, tandoğan metrosunun hemen yanına bir büfe fikrinin bu kadar geç akıllara gelmiş olmasına sinirleniyordum. 

Tam o köşede biraz soluklanmak için durdum. 
Hazır durmuşken, tam o köşede, bütün herşeye katlanıp, şansımı sonuna kadar zorlayıp, yayalara kırmızı ışığın yanmasına son 5 saniye kala yolun tam ortasına geçip kollarımı iki yana açıp, amerikan filmlerindeki süper güçlü kadın karakterlerin o tavır ve aksanıyla ''it's over!'' demeyi çok istedim..
İstedim, ama sonuç olarak, diyemedim.

Hala nefes nefeseydim. Koşmaktan falan değil. Aslında tek istediğim, bunu yapmamam gerektiği ile ilgili kendimi kandırdığımı nihayet görmüş olmanın heyecanıydı.
Eve gidip ders çalışmam gerekiyordu, bir pazar günü sabahın erken saatlerinde muhtemelen acil işleri olduğu için yollara düşen araç sahipleri uykulu ve bir o kadar da sinirliydiler, yeşil ışığa rağmen yolun ortasında kollarını açmış duran bir insana arabanın camını indirip, yüksek desibellerde söyleyecek birşeyleri elbette ki vardı, hava soğumaya başlamıştı ve yorulmuştum, bu deliliği yaptıktan sonra koşarak uzaklaşacak gücü kendimde bulamayabilirdim.Ve tüm bunlar yüzünden vazgeçtim. Keşke birçok şeyi  göze alabilecek biraz daha gücüm olsaydı.
O şeyi yapmak istiyordum, fakat yapamıyordum.
ve hayat her istediğimizi yapamayışlarımıza rağmen en az frambuazlı turta kadar güzeldi.

Şu an için yapabileceğim en mantıklıca şeyin ders çalışmak olması ne kadar acı. Daha acı olanı yapmak istediklerimi mantıklı ve mantıksız diye sınırlandırmak zorunda kalmam.
İçimden geleni, geldiği gibi yapmak varken, 
hele de şu günlerde.

Neyse, finaller diyorduk. 
Her sene, yurdun dört bir köşesinde şenliklerle kutlanan final haftası dönemine iştirak eden değerli finalistlere başarılar dilemeden önce, onlara bir önerim olacak;

Eğer üniversite öğrencisiyseniz ve son sınıfta değilseniz, size “Oooh daha kaç senen var halledersin halledersin” dediklerinde, kulaklarınızı kapatıp koşarak uzaklaşın yanlarından.
Mantıklı olan bu.

Yani...sanırım.