15 Eylül 2013 Pazar

Eylül



Sana verdiğim süre 52 dakika idi ve doldu.

Mevsiminin özelliğini ilk kez gösterebilme şansı tanımıştım sana, bugün pazardı, mevsim değişikliğinin tam zamanı. Yağmura hafta içi yakalanmayı sevmez insanlar, bu yüzden, 15 Eylül şahane bir tarih.. Arkadaşların Temmuz ve Ağustos gibi bu şansı zekice kullanıp dikkatleri üzerine çekemedin, yazık.

Bak Ekim ve Kasım da aynı senin gibi. Kış kulisinde huzursuzluğa neden oldun. Sanmıyor musun ki arkandan mıyır mıyır konuşuyorlar? Ocak, bu şans kendisine verilseydi önce büyük çaplı bir rüzgarla kızların eteklerini açıp, şemsiyelerini ters yüz etmeye söz vermişti. Şubat desen, “Her Evin Balkonuna Bir Minyatür Kardan Adam” sloganları atıp dururdu.
Peki ya sen?

Kontrol etmek için balkona çıktım.

Gözlerimi kısıp, tüm algılarımı açtım.

Ne yaklaşmakta olan bir bahar, ne yağmur…

Bir yaz havası var hala orda burda.

Tanrı aşkına, iş telaşım başıma belayken, bir de senin şımarıklıklarınla uğraşamam.

Çabuk git, soyun gel. Hala bir sürü yaprak görüyorum üzerinde.

25 Ağustos 2013 Pazar

işte yine aynı yerdeyim


sanki koca bir yıl geçmemiş de, ben bu sıcak ve kahve kokan dükkandan hiç çıkmamışım. hayatım kaldığı yerden devam ediyor gibi. Birazdan eve gideceğim. Sabah erkenden kalkıp taze çörek kokan tandıra ineceğim. Köy kahvesindeki amcalarla gençliğimin kıymetini anlayana kadar sohbet ettikten sonra tarlalara yaylaya dolaşmaya gideceğim. Tekrar eve döneceğim ve taze fasülye ile karpuzdan mütevellit akşam yemeğimi yedikten sonra buraya, bu sıcak ve kahve kokan dükkana geleceğim. Ve bir kaç saat sonra yalnızlığımı özleyip eve döneceğim. Ve gerisi çorap söküğü gibi gelecek.

kaldığım yerden devam edeyim öyleyse..

Ayaklarımda yürüyen minik karıncaları umursamıyorum. Bahçeden topladığım domateslerle kahvaltı yapıyorum. Balkonda ayaklarımı uzatıp batan güneşi ve hemen önümde uzanan sokakta, oyun oynayan çocukları izliyorum; 15 sene önce benim de aynı sokakta aynı oyunları oynadığımı hatırlayarak. Güneşin karşısında sakin ve sessizce ara sıra karıştırılan soğan misali hafif hafif pembeleşiyorum. Kitabımı okuyorum. Daha doğrusu, hemen yanımda beni dinlemek için bekleyen babaannemle birlikte okuyoruz. Babaannem, okuma hızıma yetişemiyor, bazı şeyleri tekrar soruyor.Kız neye üzülmüş ki bu kadar. Bilmem, diyorum. Gözlerim yoruluyor. Aşağı iniyorum. Yavru bir kedinin hayatını kurtarıyorum. Kardeşime acıyı anlatıyorum ve o'ndan mutluluğu dinliyorum. Kardeşime ve arkadaşına sakızlı dondurma ısmarlıyorum. Babaannem, kendi parasıyla ısmarlanan dondurmayı yiyen çocukları izlerken  gülümsüyor.

''Seni nasıl böylesine hırpaladılar? aşk sözcüğünü duyar duymaz karmakarışık korkulara kapılıp gitmene; iki insanın birbirine en yakın olması gereken zamanlarda, uçuruma yuvarlanır gibi kendi içine dönmene; bakman, istemen ve sorman gerektiğinde başını eğmene; bedenin çırılçıplakken kafanı yastıkların altına gömmene kim neden oldu? senden neyi esirgediler?''*

sonrası, aynı kitaptaki gibi...
huzurlu ve bitimsiz bir suskunluk oluyor.

* aslı erdoğan /mucizevi mandarin

























13 Ağustos 2013 Salı

hani


hani böyle akşam 7 sularında kalabalık bi caddede yürürsün, sanki beyninin içi pamukla doluymuş gibi, bomboş düşüncelerle, huphuzurlu..
her adım atışında, kulağına gelen o muhteşem melodiye biraz daha yaklaştığını hissedersin hani,
merak eder, adımlarını hızlandırırsın..
köşeyi dönünce görürsün ki; genç bir adam, adını bile bilmediğin bi müzik aletiyle o güzel sesleri çıkartıyo olur ve sen dans etmek istersin.
istemsiz olarak ellerini şıplatarak tuttuğun ritmle; gelir tam önünde durursun hani gözlerin kapalı,
sonra gözlerini açar açmaz müziğin sahibi güzel insanla gözgöze gelir, bir anda müziği unutup ''ohaağğğ'' dersin hani içinden..
biraz önce dans etmeyi düşünen sen değilmişsin gibi öylece kalakalırsın yerinde.
hani sonra o, içten içten gülümser; sen de eşlik edersin..
sonra da sanki gitmen gerekiyormuş gibi ayaklarına söz geçiremezken, biraz gittikten sonra tekrar dönüp bakarsın,
ve o güzel insan da hala, gülümseyerek, sana bakıyo olur ya hani.
işte aynen öyle oldu bugün.


niye durmaya devam etmedim ki; şahane bir ikili olabilirdik oysa...

 sokaklarda müzik yapıp dans edebilirdik.






6 Ağustos 2013 Salı

tamir bizim işimiz.


Birkaç gün önce güçlü yönlerim hanesine 'yürürken kitap okuyabilmek' maddesini eklemem beni baya mutlu etmişti. Düşünsenize. Hangi insanın kartındaki güçlü yönleri hanesinde 'yürürken kitap okuyabilmek' vardır ki.. Bu, ileri havaifişekçilik gibi az bulunur ve havalı bir yeteneğe sahip olmak gibi bir şeydi sonuçta.
Ne yazık ki işe yaramazlık duygusunun pusuda yatıp günün en savunmasız anında insanın üzerine atlayabileceğini unutmuşum.
Ofisteydim. Bölge yönetmenim bilgisayar başında raporları hazırlarken, beni yazıcıdan çıkacak diğer raporlarımızı yanlışlıkla sahiplenecek insanları misillemem ve bir yandan da açık kapının ardından duyulan müdürler tartışmasına kulak misafiri olmam için  fotokopi makinaları ve yazıcı dizisinin hemen önüne yerleştirdi. Konumum çok stratejikti. Yazıcılar, avrupa ile asyayı birleştirir gibi müdürün odasıyla masaları birleştiriyordu.
Bir noktadan sonra sıkıldım ve önümde arızalı yazan yazıcıyı kurcalamaya başladım.
Bir abi bana doğru yaklaştı ve
"Yoksa sen tamir işlerinden anlıyor musun!???" dedi.
Bir an sessizlik oldu ve herkes kafalarını kaldırıp gözlerindeki soru işaretleri ve bir miktar da beklentiyle ağzımdan çıkacak kelimeleri beklemeye başladı.
"Aae.. Ev..et.. Biliyorum. Yani ben. Birazcık. Şey yani. Babam tamir eder böyle. Hımm. Ben de. Çok değil. Az ama.  Yok abi.. a ay beyfendi."
Ve gerçekten de ne yaptığımı çok iyi biliyormuş gibi bir havayla bir yandan makinanın kapağını kaldırırken diğer yandan arkasındaki kabloları kurcalamaya başladım. Bir fizik problemi çözüyordum sanki. Kaşlarımı eğdim. Dudaklarımı büktüm. Anlama sesleri çıkarttım. Diğer elimle saçlarımı kaşıdım.
Ama hayır işte. Olmuyordu. . Daha önce tamir ettiğim ufak tefek şeylere benzemiyordu işte.
En sonunda renginin mavi olduğunu düşündüğüm kabloyu seçtim ve yerinden çıkararak temas etmiyor olabileceğini düşündüğümü gösterircesine tekrar takmak için elimi kaldırdım.
Tam o sırada yanımda Yazıcıyı Tamir Etme Görevlisi belirdi ve kurcaladığım kabloların hepsini yerinden sökmeden elimi havada yakalayarak,
"Kartuşu bitmiş" dedi ve diğer eliyle açıkta bıraktığım kapağın içerisindeki kartuşu alıp değiştirdi.
Hayatımda hiç bu kadar utanmamıştım..
Ve o an karar verdim..
Tamir yeteneğimi güçlü yönlerime eklemem gerektiğinden artık emindim.

4 Ağustos 2013 Pazar

üzgünüm billy.




Dün, cam kenarındaki tüm masaların dolu olduğunu görüp, cam kenarında yemek yeme isteğinizi o masalardan biri boşalıncaya kadar erteleyip, ortalardan bir masa seçip, her an kalkmaya hazır biçimde, kıçınızı sandalyenin ucuna yerleştirmiş olabilirsiniz. Bir süre geçince farkında olmadan kıçınızın sandalyenin tümünü kullanmaya başladığını görürsünüz. Yine oluyor. Hep oluyor. Elinizde değil. Bağlanıveriyorsunuz. Hiç olmayacak masalara bağlanıveriyorsunuz. Hayır efendim, bu kez kabul etmiyorsunuz. Bu masaya bağlanmadınız, derhal mekanı terk edeceksiniz.

Düşünsenize, çoğumuz, utanıp da acılarımızdan bahsedemiyoruz. Hemen ne kadar kırılgan olduğumuzu anlayacaklar diye ödümüz kopuyor. Hemen bizi üzenler, ne kadar üzüldüğümüzü bar bar bağırdığımız için bizi küçük görecekler diye eteklerimiz tutuşuyor. Ama, hepsini tek tek hakediyoruz. O yüzden, nasıl o cam kenarı olmayan masayı ve mekanı terk ettiysek, bu durumu da derhal terk ediyoruz. Bugün ne kadar üzüldüğümüzden bahsediyoruz, ne kadar ne kadar çok şeyler bekleyip, üstelik tek biri gerçekleşecek olsa, geri kalanları gözümüz kapalı ittirip gerçekleşene huzur dolu biçimde sarılacak olmamıza rağmen, şu an yastıklara sarılıp uyumalarımızdan bahsediyoruz. Bugün bir türlü üst üste aynı imzayı atamadığımız zamanlarımıza dönüp, her şeyi boşverebilmeyi nasıl da deli gibi özlediğimizden bahsediyoruz.

Öyle bir dönemdesiniz ki, kendi yaşadığınız şeyleri yaşayan birine sıkıca tutunacaksınız. Birbirinizin gözlerine bakacaksınız. Hiçbir şey konuşmayacaksınız. Çünkü sizler aynı şeyleri yaşamış olacaksınız. Kalp Kardeşliği. Gördünüz mü. Eğer üzüntünüzden bahsetmeye çekinseydiniz, birbirinizi hiç bulamayacaktınız.
O halde.
Demin de söylediğim gibi.
Bugün ne kadar üzüldüğümüzden bahsediyoruz.
Hadi bakalım. 

20 Temmuz 2013 Cumartesi

kariyerim çok ağrıyor anne.




Merhabalar mer haba lar. Sevgili dostlar. Umarım her şey yolundadır. 
Yayınladığım son yazının mayıs ayında kaleme alınmış olması, mayıs ayından bu yana yazmaya değer hiçbir şey yaşamadığımın alfanümerik hali gibi. Kitap okumaya dahi zamanımızın olmadığı, kendimizi dinleyebildiğimiz tek yerin ankaray/otobüs koltukları olduğu bir dönemdeyiz.

Son yazıdan bu yana pek çok şey oldu halbuki ve ben yine yazmalara üşendim. Üşengeçlikte dünya markasıyım, bir taneyim.
Mezun oldum. Kpss ve türevlerine giriyorum, insanları evlendiriyorum, eşi dostu yurt dışına gönderiyorum. Ve  tüm bu geçen zamanda şuraya ayıracak doğru düzgün hiç vaktim yok.
Ülkede yaşanan olaylar, mezuniyetimle ve sona eren üniversite hayatımla ilgili yazmak istediklerim, bankacılık sektöründe başlamaya karar verdiğim meşhur kariyerim ve olağanüstü mülakat ve iş görüşmesi maceralarım yazmakla bitecek diye korkmuş olabilirim dostlar.
İşte bunlar hep üşenen kız davranışları.
Ama şimdi üşengeçliğimi bir kenara öteleyip, altını eşelemek istediğim bir şey var:

Mezuniyetin ardından koşarak gelen boşluk duygusu. 

Çoğumuzun ne halta  yaradığını henüz bilmediğimiz bu duygu, bizlere yıllarca mutluluğun anahtarı olarak monte edildi. "mezun oldu bizim kız mezun oldu okulunu bitirdi üniversite mezunu mezun mezuun."
Evet mezun olduk.
Mezun bireyler olarak, bizi bünyelerine almamak için direnen kurumların ve iş sahibi meslektaşlarımızın bizi kalemtraş misali açmaya çalıştıklarını hissedeceğiz. Artık girilecek sınav kalmadığında ise önce normalleşme sonra bayağılaşma sürecine gireceğiz. Karşımızda bize sürekli ne yapmamız gerektiği üzerine öğütler düzen, söyledikleri uğultuya dönüşecek tecrübeli büyüklerimiz  olacak.

Eğer yakın zamanda vasat da olsa bir iş sahibi olursak, sabah tam vaktinde bizi masamızda bulabilmelerini tek bir motivasyon ögesine borçlu olacağız: tabii ki para 
Halbuki bir sene öncesine kadar, hayatımızı minimum düzeyde idame ettirmemize yetecek miktardan daha fazlasını kazanmak isteyeceğimizi ya da tahammül eşiğimizi yükseltmeniz gerekeceğini düşünmemiştik.
Şimdi ise her ay başında atm ekranında nasıl daha fazla para görebilirimin hesabını yapıyoruz. İlk anda yürek burkan bir detay olarak kayıtlara geçen bu davranışımızı yeni yeni kabulleniyoruz. 
Açık konuşalım. Bölümümüzden ve olmayan iş imkanlarımızdan nefret ediyoruz. Halbuki hayal ettiğimiz mesleğe sahip olmuş olsaydık zamanı geldiğinde yine  işimizden nefret edecektik. 

İçgüdülerimiz diyor ki, iyi kötü bir işe girebilirsem şu an olduğumdan daha mutlu olabilirim. Muhtemelen bundan beş yıl sonra şu an hayalini kurduğumuz işin sahibi olacağız, fakat tükenmek bilmeyen doyumsuzluk sürekli bir üst pozisyonu isteyecek .Her pozisyon değiştirdiğimizde bünyemize masaj yaptırmışız gibi gereksiz bir rahatlama hasıl olacak. 

Tebrikler, hep birlikte kariyer-mutluluk eğrisinin en dibine düştük. 
Şimdi açıp feysbukta şeker falan patlatalım, katil yakalayalım en iyisi napalım.

Bunlar şimdilik dönüşümü muhteşemleştirme çabaları.
Yine dönüp, sizlere ibretlik hikayeler anlatacağım. 
Şimdilik esen kalın.









20 Mayıs 2013 Pazartesi

yenge, abla yarısı.

Hep ilk başta şöyle düşündüm: Keşke iki erkek kardeşim olacağına, bir erkek bir kız kardeşim olsaydı. Hatta bir abim bir ablam olsaydı, ya da bir abim bir kız kardeşim, ya da bir erkek kardeşim bir ablam. Yani, müşteri memnuniyeti için aynı markanın iki benzer ürününü bulundurmaktansa; farklı markanın iki benzer ürününü bulundurmak akla en yatkın olanıydı.
Karar verildi: 1 adet erkek kardeş 1 adet de abla.

Hızla ikinci aşamaya geçilirdi. Şimdi abiden vazgeçip, onu hiç tanımadığım ve saç rengini, kollarının kilo taşıma potansiyelini tamamen kendi hayal ürünümden oluşturduğum bir ablayla değiştirmeye karar verdim.
Bu noktada kaşımın biri derin düşüncelerle havaya kalkarken, zaman kazanmak için kafamı kaşıyordum.
Plan patlamıştı. Abimden de vazgeçemezdim.

Tamam bir abla bir kız için herşey demekti. Ayak numarasının ve beden ölçülerinin aynı olması takdirinde tüm kıyafetlerin ve ayakkabıların ikiye hatta ablanın alışveriş tutkusuna göre üçe-dörde katlanması, makyaj malzemelerinin genelde para vermeden otlanılması, eve geç gelineceği zaman arkasının kollanması, kırılan kalp vakalarında yan odada nöbetçi eczane bulunması anlamına gelebilirdi.

Ama gel gelelim abi. Abi bir kız çocuğu için babayla anne arasındaki şehirler arası yolculukta, dinlenme tesisleri gibidir.Aslında hiçbir şey yapmasalar da varlıklarıyla bu dünyada size başka kimsenin vermeyeceği güveni verirler. Yedek can gibidir onlar. Bir abi, kız kardeşinin kalbini kolaylıkla kırabilir, kırdığını söyleyemez, çoğu zaman umursamayabilir, değer vermiyormuş gibi görünebilir, günlerce halini hatrını dahi sormayabilir. Bir abi, kız kardeşi kendisine sarıldığında ona içinden geldiği kadar sıkı sarılmaz. Çünkü kız kardeşinin kemikleri incedir(!) ve onları incitmekten ödü kopar, neyse ki kız kardeşi bunu biliyordur, hatta öyle biliyordur ki bunu, ne yapar eder bir yazısının içine sıkıştırıverir.

Ben bir ablamın olabilmesinin tek yolunun abimi feda etmek olduğunu sanarken, bilemezdim ki, bir gün abim bir kızı bu kadar sevecek, sonra bir eliyle benim elimi, bir eliyle kızın elini tutup, ikimizin ellerini birleştirecek.

Hiç aklıma gelmezdi, başka bir yerde başka bir kadının, bir kız çocuğunu, bir gün benim ablam olsun diye yetiştirebileceği ihtimali.
O kadar garip bir duygu ki bu, yani, konserve yaprak sarması gibi, yolda yürürken para bulmak gibi, google’a ‘”dönem ödevi” yazıp çıktı almak gibi, bir sabah uyandığında başucunda sıcacık tost ve portakal suyu bulmak gibi.. Hiç emek vermeden, birden birileri kucağına bir şeyler bırakıyor, dünyalar senin oluyor.

Sen, iyi ki buldun benim abimi. Ara sıra horluyor, çok yemek yiyor ve sürekli atarlanıyor olmasına rağmen onu sevmeye devam ettin. 

Bir de, bilirsin işte, benim hiç ablam olmamıştı.