18 Aralık 2011 Pazar

babaanne tadında*


Evin huzuru, kokusu, salonun en ihtişamlı koltuğu babannenin eve dönüşüyle belli eder kendini. O dağ gibi yumuşak bir cesur çınar, al yanaklı pamuk yürekli anadolu kadını ne zaman adım atsa evimizin kapısından, aynı heyecanı aynı mutluluğu yaşarım çocukluğumdan beri. Babaannem evimize sohbeti muhabbeti getirir o muhterem ayaklarıyla.

Her geçen sene, bir bayram öncesi, bir yaş daha yaşlanmasını beklerken, o hep kalmasını istediğim gibidir. Şuncacık ömrümde ihtişamı, alt etmeyi, iktidarı, kibele kadar güçlü olmayı ve dahi yıkılmazlığı simgelemiştir hep.
Dağ gibidir.
Yılların yorgunluğunu, acısını taşır elindeki yüzündeki çizgilerde. Hep şikayet eder ama hep güçlüdür.

Onun gelişiyle eve dolan heyecan, neşe bayramın gelişiyle de kat kat büyür.
Bayramın rutinleşen sıkıntılarından çok, her geçen gün eski bayramlara duyulan özleme inat daha çok gelmesini isterim onun.

 Öyle büyüktür ki gözümde, ben ölene dek içimde hiç büyümeyen çocuğun babaannesi olarak kalacağını düşünürüm. Hala her dizine yatışımda saçlarımı okşayacağını bilir, eskilerden yanık bir türkü mırıldanışını beklerim usulca.
Hep küçüklüğümden beri bildiğim gibidir. Kokusu, sesi, oturduğu yerden bir sağa bir sola sallanışı.
Oturduğu koltuk babannemin bizde kaldığı süre boyunca başka kimseyi oturtmaz.
Yemek vakti önce evin babannesi çağırılır sofraya. En güzel yere oturtulur, etin en lezzetli ama en yumuşak yeri (gerekirse küçük küçük bölünüp babanneya uygun hale getirilir) ekmeğin en tazesi ama en yumuşak yeri konulur önüne. Çay onun için açık doldurulur, şekeri önceden atılıp karıştırılır.
Evin tüm fertleri, ona hizmet etmenin, onu rahat ettirmenin mutluluğunu yaşar.

Ne kadar çok yesem de hep az yediğimden, sıkı sıkı giyinsem de incecik giyindiğimden şikayet eder. Omzum ağrıyor babaanne, başım ağrıyor der demez; dizinin önüne oturmuş o mübarek ellerle ağrıyan yerlerime masaj yapılırken bulurum kendimi. Dışardan her gelişimde "üşüdün mü, soğuk mu" der, cevap vermeme fırsat bırakmadan üşümüş ellerimi avcunun içine alır ısıtır.

Her dakika dua eder, tüm torunlarına, evlatlarına, gelinlerine, hastalarına, kaybettiklerine. Uyanınca, akşam yatarken, yemekten önce, yemekten sonra, dizine her yattığımda, yanına her sokulduğumda, o dağ gibi anadolu kadını, evlatları torunları için şükreder.



iyiki benim babannem, iyiki.


15 Aralık 2011 Perşembe

ne istiyorum analizi


Aylardır insan gibi bir hayat sürmediğim gerçeği, daha ne kadar böyle süreceği konusunda beni endişeye düşürüyor. Oturduğum yerden endişeye düşecek kadar kendime duyarsız biri olmadığım için, üşenmedim oturup ne istiyorum' un analizini yaptım;


1.Öğrenci olduğumu gerçekten birilerinin hatırlatması gerek mesela; derslere girmem gerektiğini, hocalarla dersler hakkında sohbet etmem, defter kitap gibi şeyler taşımam gerektiğini birilerinin hatırlatması gerekiyor. Zira ara sıra kendimi öğrenci kimliğime bakmak zorunda hissediyorum

2.21 yaşında aklı selim tüm yaşıtlarım gibi gezmek, tozmak sinemaya tiyatroya gitmek, sosyal aktivitelere katılmak istiyorum fakat tüm bunları yapmayı deli gibi istediğim halde, hiçbirini yapamıyorum.

3.Yeterince sevdiğim, beni seven arkadaşlarımın var olduğunu düşünürsek, her normal gencin ihtiyaç duyduğu gibi arkadaşlarla bir araya gelip saç boyama muhabbeti, dedikodu yapma, kilo aldım kilo vermişsin sohbetleri ,ay çok özlemişim diye sarılmalar kıkırdamalar ve olmazsa olmaz aşk mevzularıyla boş yere vakit öldürmek istiyorum

4. Normal bir insanın haftada bir kere de olsa isteyerek/istemeyerek yaptığı gibi, uykulu gözlerle izlemeye maruz bırakıldığım programlar (müge anlı ve doktorum v.b.) bittikten çook sonra uyanmak istiyorum.

5.Bir taraflarım ağrımamış, kolum bacağım hamlamamış, tutulmamış, ayaklarım oradan oraya koşturmaktan su toplamamış şekilde uyanmak, sonra bir daha uyumak istiyorum.

6. Mümkünse uzun bir süre fakülte sekreterimiz Salih bey'i, Ayfer abla'yı, Kadir abi'yi, süper güvenlik Nihal abla'yı görmemek, cebimde kar-yön odasının anahtarından başka bir anahtarın üvey evlat muamelesi gördüğü anahtarlığı taşımamak, 100.yılın yakın çevresinden uzun bir süre geçmemek istiyorum.

7.Yaşam'daki yeşil koltuklara oturup boş boş geleni geçeni seyretmek istiyorum.

8.Birazcık da huzur istiyorum yüksek müsadenizle.

saygılar.

7 Aralık 2011 Çarşamba

dum spiro spero


evett, hala bana bir kutu+bir kutu daha bonibon alabilecek birileri var hayatımda. Mutluluk kaynağımın tümünü bir çırpıda ağzıma boşaltmadan tek tek tane tane yedim bugün, yarına da bıraktım biraz belki ihtiyaç olur diye..teşekkürler sayın ekici ;)

ve teşikkkürler bal böceği :*



bkz:dum spiro spero





28 Kasım 2011 Pazartesi

gülücük gülücük

zor günler geçiriyorum azizim, bu dönemlerde koca bir kavanoz nutella ile, ya da bir paket (içinde birden fazla bulunan) bir browni intense -modası geçti ama hala ilk günkü gibi pozitif etki yapıyor- ile ya da bir kutu bonibon ile evimin gönlümün kapısını çalacak birileri varsa buyursun gelsin.

"Gitgide beklentilerimi küçültmemden nasıl bir ruh halinde olduğumu çıkarabildiniz mi".. hepsine razıyım işte.

Aslında bir bardak süt mısır da olur. Bir paket jelibon da işe yarayabilir.

Ya da yok insanlar doğal olsun bana, olmaz mı? Samimi olsunlar; içten, güleryüzlü.. Kin tutmasa kimse birbirine, olmaz mı? Küçücük bir tebessüme asık suratla karşılık vermeseler, azıcık içten gülmeye zorlasalar kendilerini. İçlerinde bir parça iyilik mutlaka vardır. İyi olmaya çalışsalar bir kere de. Kırmamaya, hatır saymaya, hal hatır sormaya, karşılıksız bir iyilik bir tek gülücük, sıcacık bir bakış, sımsıkı bir sarılmayla karşılasalar zor günlerinde sevdiklerini ? olmaz mıı?


tamam kabul..
Şimdilik bana bir kutu bonibon alacak birini bulmak daha kolay...

21 Kasım 2011 Pazartesi

yıllardan, epey önce..



Sabaha karşı uyanıyorum, yorganım yatağımın içinde tortopak olmuş, üşümüşüm sanki biraz. Pencerem yatağıma paralel duruyor, uyandığımda kalın perdemin arkasından süzülen incecik güneş ışığını istesem de göremiyorum. İçeriden yine mis gibi çörek kokuları, annemin o ince despot sesini duymadan hemen önce burnuma geliyor. Kalkamadığım yatağımdan çörek kokularının yardımıyla bir zıplayışta ayrılıyorum.

Her gün olduğu gibi, alelacele, özensizce toplayıveriyorum yatağımı. At kuyruğu yapıyorum saçlarımı. Tam da annemin bir hışımla kapıyı açıp daha kalkmadın mı bakışıyla fırlayıveriyorum odadan. Boğazım nasıl da kurumuş. Bir bardak suyla kuruyan boğazımı ıslatma arzusuyla mutfağa adımımı atmamla paparayı yemem bir oluyor.
-Kırk bin kez söyledim sana dimi, yüzünü yıkamadan mutfağa girme diye!
O da ben de biliyoruz ki benim kırk bininci kez mutfağa yüzümü yıkamadan girmediğimi ve onun bunu kırk bininci kez söylemediğini.. Ama bu olayı kırk bininci kez söylemediyse de bu onun başka hiçbir şeyi kırk bin kez söylemediği anlamına gelmiyor.
-Kırk bin kez söyledim şu yediğin tabağı öylece mutfağa bırakma diye.
-Kırk bin kez söyledim sana..
Yüzyıllar da geçse, anneler hiç değişmiyor.

Bahar gelmiş kuşlaar, çiçekleer, böcekler. Kulağıma tatlı tatlı bir müzik geliyor.



İnsanlar kol kola geçiyorlar yanımdan. Mahalle her sabah ayrı güzel. Tatlı tatlı sohbet edenler, koşuşturan askılı, kare pantolonlu çocuklar. Ellerinde pazar fileleri, eşarplarını tavşan kulağı yapmış, pazar modunu almış ev hanımları. Dükkan önünde sohbet edip tavla oynayan göbekli bakkal Halit amca, kel ve şişko kasap Nuri abi, kısa boylu, güleç suratlı, gür sesli manav Ahmet dayı. Tam önümden sütçü Remzi geçiyor arkasından koşturan çocuklarla. 3.kattaki Ayten teyze sallandırıvermiş poşetini aşağı, 1 ekmek, 1 paket yağ, 2 yumurta. Az ilerden mahallenin en çok konuşulan ismi eteksiz Huriye geçiyor. Aslında eteği var da bacaklar uzun, ondan.
Tatlı gürültü bu mahalleden  hiç eksik olmuyor. Efil efil esen rüzgarda dans eden koca gövdeli koca yapraklı çınar ağaçlarıyla dört bir yanı kuşanmış güzelim mahallemden.





Yürüyorum yol boyu, üzerimde dizlerime kadar inen, kırmızı üzeri beyaz puantiyeli, uçları dantelli bir elbise. Kıvır kıvır saçlarımı at kuyruğu yapmışım, alnıma kahküllerim dökülmüş. Önceden kararlaştırdığımız saatte, okula doğru giden yolun kavşağının başında buluşuyoruz 4 arkadaş. Kol kola girip kıkırdaya kıkırdaya geçiyoruz dükkanların önünden.

Böyle daha ne yollar geçiyorum.
Kendi dünyamda nerelere gidiyorum.
Bilmem


4 Kasım 2011 Cuma

Study. . .stud. . .stu. . .st. . .s. . .sl. . .sle. . .slee. . .Sleep


  -Artık gevşek ve gevrek bir gün yaşaman gerektiğinin farkında mısın?.Hayatın böyle geçmeyeceğini anla ve depresyonla karışık bir sürmenajın eşiğine gelmişken, birgünlük kendine tatil ver!
- Hazır bu kadar şaşırtıcı derecede farkındalığın coşmuşken, ders çalışman gerektiğinin de farkına varamaz mısın?
-Hayır co, haftalardır çok yoruldun, bir arefe tatili yapmak senin de hakkın.
-Ama bayramdan sonra abinin nişanıydı, bayram telaşesiydi derken ne ara çalışacaksın, boş gününü bulmuşken yumulsan ya!
-Ya bayramda daha çok yorulacaksın. Vücudunun dinlenmeye, film izlemeye, biraz kitap okumaya, sabah kaçta kalkacağım yine mi geç kaldım demeden fosur fosur uyumaya, arada bir rüya görmeye ihtiyacı var. Hiç mi merak etmiyorsun be sanal alemde, tv de neler oluyo?!
-Sanal alemde, tv de neler olduğunu merak edemeyecek kadar 3.sınıf öğrencisisin sen!
-?!?...



İçimdeki tembel ve çalışkan bal böceklerinin seslerini aynen bu şekilde duyuyorum. Birkaç saat dinlenip bir film izleyip biraz kitap okuyup ders çalışacağım,
adam olun
her şeyi kararında yapmayı öğrenin.



2 Kasım 2011 Çarşamba

Hak'sız'ım.


Hak yiyen, yanlış yapan  ve yapılana göz yuman birilerini gördüğünde içinden o kişilere olanca gücünle haykirmak, isyan etmek gelir; haksızlığa ses çıkartmak, müdahale etmek istersin. Çünkü hissettiğin asil sey üzüntü degil, 'hiddettir'. Fakat yapamazsın, sustururlar. Hazmedilmesi en zor olan şeydir işte bu. Nereye gidersen git, her yerde; hak, insan olmakla, adalet güçle orantılıdır.

Mesela ben; bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyemedim hiçbir zaman. Hep bir güçsüzün yanında olmalıyım mottosu hakim oldu yaşamıma. Ondandır öğretmenlerim lisede hep, kızım sen avukat ol hiç düşünme mesleğin hazır derlerdi. Tabi ben iktisatçı oldum, avukat olaydım iyiydi.

Yakın bir arkadaşım vardı küçükken, hatta en yakınım. Hafif safça bir kızdı, iyiliğindendi saflığı. Ancak biraz fazlaydı. Ben ne kadar yırtık, konuşkan, erkek fatma havasındaysam, o da o kadar çıtkırıldım, hayır diyemeyen, sürekli gülümseyerek dolaşan bir kızdı. İnsanlar bayılır azıcık narin gördüğünün tepesine çıkmaya, sen birine pardon ya da kusura bakma ile başlayan kibar bir cümle kurmaya başlıyorsan, daha baştan yanarsın, fark edilir çünkü karşıdakinin yüz ifadesindeki değişim (tabi senin gibi düşünen biri değilse). Ezebilirim ben bunu düşüncesi yayılır beyinlerine. Böyle insanlar varken etrafta bu kızcağız ne durumlara düşerdi, bilemiyorum.
Ciddi bişey söylerdi dinletemezdi kimseye, sessiz sakin diye tepesine çıkardı herkes, üzülürdü garibim. Ben de bunu hep gazlardım, istemediğin bişeyi istemiyorum demekten kaçınma, birine kızdıysan kırıldıysan sözlü olarak uyar, git derdini anlat içine atma gibi sözlerle kendine getirirdim arkadaşımı. Hatta olur da önümde zor duruma düşürürlerse kızı, hemen müdahele ederdim. Hani tam şu tipler vardır ya, sen onun avukatı mısın diye sorulan, evet işte aynen o tiptim ben. Ama sırf koruma içgüdüsüyle.
Sonra bu kız zaman içinde çok değişti, daha dobra oldu, daha kendine güvenli, daha dediğim dedik. Tabi ben bu değişimin etkilerini kendi üzerimde göreceğimi hiç düşünmemiş olmanın verdiği şaşkınlıkla bazı tavırlar karşısında ne yapacağımı bilemez hale geldim zamanla. Özgüveni artan arkadaşım yıllardır insanlardan çıkaramadığı acısını tamamen benim üzerimden çıkarma imkanı bulmaya çalıştı aklınca. Sonra farkettik ki o da bende hayatımızda birçok etkiye sahip olmuşuz; o kendi hakkını savunabilmeyi öğrenmişti, ben de birilerinin hakkını savunabilmeyi.
Cesur olmak kötü sonuçlar da doğurabiliyor bazen, bu sadece ikili insan ilişkilerinden bir örnek. Belki de insanlar susmaya bu yüzden bu denli alıştılar, yolda kocası kadını bıçaklarken yardıma koşmadılar, birisi birisini gözgöre göre kandırırken sustular '' aman benim başıma gelmedi ya'' dediler.

Düşünüyorum da bizler lise sıralarında müdür haksız yere arkadaşımızı azarlarken, suçu üzerine alıp ''ben yaptım hocam'' demiş bir neslin çocuklarıydık

Şimdi de göz göre göre haksızlığa hataya yanlışa göz yuman bir toplumun gençleriyiz.

Zaman kötü.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Alçak teknoloji


Hayatım boyunca her yeniliğin takipçisi olunması gerektiğinden yana olan ben, teknoloji manyaklığına ayak uyduramıyorum. Çünkü şu aileden gelen kahrolası damarım ve " İşini görüyorsa yenisini alma " politikam yüzünden hep teknolojinin gerisinde kalıyorum.
Telefonumun eceliyle ölmesini bekliyorum mesela.
Ya da türünün ilk örneği, hafızası düşük ve görüntüsü palavra fotoğraf makinem halen işe yarıyorsa, o makinenin sonraki modeli ve sonraki modeli ve en son modelini almak için gayret sarf etmiyorum.

2008 di yanlış hatırlamıyorsam, can çekişen telefonumu hala kurtarma hayaliyle telefoncuya götürdüm.Telefoncu "Ne zamandır kullanıyordun" diye sordu, -telefondan çıkan dumanların sebebini bulmaya çalışırken.- "Daha yeni aldıydım" diye cevap verdim , "2004 müydü neydi?

Aileden gelen bir alışkanlık ne yazık ki. Babamın doğuştan gelen yüksek tamir yeteneği, evde ömrüm boyunca ondan başka tamirci görmememe, evin koca bir depo dolusu tamir araç gereçleriyle tıka basa olmasına ve dolayısıyla aletlerin bozulmadan önce atılması diye bir şeyin olamamasına yol açtı..Televizyonumuzun benimle yaşıt olması babam için hiçbir şey ifade etmiyor mesela.
İşini görüyorsa sorun yok.
3 yıl önce büyük bir gürültüyle ruhunu teslim etmeseydi hala salonumuzun baş köşesinde yer alıyor olacaktı çünkü.
Kullanmak için önce kısa bir eğitim süreci geçirilmesi gereken yüksek teknolojiyle aramız pek iyi değil yani. Ama an gelir, o ileri teknolojiye boyun eğmek zorundasındır.
Jetgiller gibi direğin üstüne kondurulmuş bir evde yaşıyorsundur mesela ve işte o zaman benim arabam uçmasa da olur demenin bir anlamı yoktur.






Dimi bir zamanlar jetgiller vardı. Her aklıma geldiğinde acaba öyle bir devir görecekmiyim diye iç geçirir, tüh ya keşke biraz daha geç doğsaydım derdim ardından.
Çizgi filmin başında "dı cetsıns...lüughp dıtı dıtı dıt dıt...." diye müzik girerken dünya uzaktan gösterilirdi ve iki boyutlu çizilen dünya profilinin sadece amerika kıtası görünürdü, niyeyse.
Bu çizgi filmle büyüyen her çocuk supersonik teknolojik aletlerle tanışacağı zamanın hayalini kurardı mutlaka. Nasıl hayal kurmasın;
İnsani vakumlayan bir asansor vardi; hastasıydik ailecek. Zink diye çıkıverirdi karakterler üst kata. Sabah kalkıp bir bant üzerine geçerdi george, içinden geçtiği koridor boyunca duşunu alıp - daha doğrusu robotik eller onu yakalayip - disini fircalar, üzeri giydirilip parfümü sıkıldıktan sonra direk kahvalti masasina oturtulurdu. Kahvaltiyi da juke box umsu makineden seçer ve tabii saniyesinde kahvaltısı önüne düşerdi. Karisi da kuafore gidip kafasini makinaya soktuğunda, her saniye farkli saç renkleri ve sekillerine sahip olurdu. Hatta binlerce model sonrasi yine kendi saçını en çok beğenip öyle çıkarmıştı kafasını o garip aletten. Asırlar önceki yaşam ile asırlar sonraki yaşam arasında değişmeyecek tek şey, tipik kadın modelidir, bunu da böyle bilin.
Bir de dikkatimi çekmişti, onca teknolojiye rağmen televizyonlarında anten vardı mesela bu ailenin. 
Uçuyosun sen be ne anteni.
Ancaak, 50-100 yıl sonrasında tüketilebilen kaynaklar bittiğinde, yeterli ağaç da bulunamayacağı için dijital ortama tam giriş yapacağımız kesin, sunumlar olsun maketler olsun, üç boyutlu diğer görseller olsun hepsi dijital bir şekilde sunulacak, 3 boyutlu dijital görüntüler elde edilecek, hatta dijital yaşam ve teknoloji öyle ilerleyecek ki, jetgillerdeki gibi bir hayatım olacak belki de bıdı bıdı, vıdı vıdı. 
Sonra buradan yavaş yavaş potansiyel saç modeli tasarımlarımız ve giysilerimizin hayalini kurmaya başlayacağız, biz kızlar.
Hani o judynin saçını içine soktuğu saçlarını desen desen yapan garip alet var ya. Ondan bir tane de ben alabilir miyim peki? Edinmek istiyorum ben.



 

Ha, sonuçta ne kadar teknoloji özürlü olursak olalım bir gün hepimiz o garip aletlere gereksinim duyacağız yani, o ayrı.




9 Ekim 2011 Pazar

pazarları uyumak yasaktır.



Güya dinlenmek için var olan hafta sonları, bence haftalık zaman diliminin, depresyon kontenjanını temsil ediyor. İnsanların bolca uyuyacağı, kendine ayıracağı çabuk geçmeyeninden 2 günü olmaz mı yaa.




Hafta sonu kardeşlerin hastalanmaması, eve misafir gelmemesi, annenin en sıkıcı işleri buyurmaması, babanın garip sesler eşliğinde evin bir yerlerinde tamir işlerini yapmaması ve geç kalktığın için (doğal olarak) günün bu kadar kısa sürmemesi gerekirdi. Bir dakika bir dakika ya. Geç falan kalkmadım ki ben.

Dokuzu on geçe, rüyalarımın en tatlı anlarında ve 10'a  kalan o son elli dakika, bütün gün için depolayacağım, bu yazıları yazmak için en önemli uyuma zaman dilimi olacakken..Yine annemin yüksek desibellerde ve farklı tonlarda özel tasarlanmış cümleleriyle uyandım. Bir de tepeme dikilip sen hala kalkmadın mı diye sorup birkaç saniye bekleyip cevap almak isteyişine ne demeli? Bilmeli ki bütün bedensel ve ruhsal işleyişim gibi, ses tellerimin doğru çalışması da, o son elli dakikalık uykuya bağlıdır!,
Neyse annem gelip avazı çıktığı kadar bağırıp benden tepki alamayınca geri gidiyor, iki üç dakika içinde sessizlik sağlanıyor. Uyumaya çalışıyorum. Saat dokuzu yirmibeş geçiyor.

Halbuki sabah ansızın uyanmanın iki çeşidi vardır. Zararsız bir durumla geçici olarak uyanırsın. Yanlışlıkla kurduğun saat çalar, odada bir şey düşer, vesaire. Bir dakika sonra yine uykuya dalarsın. İkinci çeşit uyanma ise 'gerginlik yaratan uyanma'dır. Seni uyandıran şey, dışarda zamansız başlayan tadilat, annenin odanın kapısını hunharca açıp tam göz bebeğini taciz edecek şekilde düşen güneş ışığını ayarlarcasına perdeyi açması insanı sinirlendirir ve sinirli bir insan bir daha asla dalamaz! Dışarda gürültüye sebebiyet veren insanlara söylenirsin, ustabaşına, sabahın bu saatinde bir pazar günü kuralları muhtemelen hiiiç takmayan, ağzında sigarasıyla sabahın köründe duvarları kırmaya başlayan ameleye, haftanın 6 günü kabus gibi uyandırırken pazar günü ultra kabus gibi tepene çöken anneye, herkese söylenirsin. Saat dokuz otuz beş. Söylene söylene dalarsın. Bu defa seni uyandıran bütün bunları düşünürken zaten uykunun çoktan kaçmış oluşudur.

Aniden, sabah sabah, o kafayla aydınlanıyorum ve cennet vatanımızda niye bir sürü şeyin yanlış gittiğini çözüyorum. Kimse kurallara uymuyor, uyulmayan kurallar olduğunda mutlaka bundan zarar gören insanlar oluyor ve bütün bunlar zurnanın tam zırt dediği yerde oluyor, bir pazar uykusu sırasında.Yeni teorilerime çözüm önerileri de ekleyerek devletin yüksek makamlarına sunmak boynumun borcudur artık.

Peki artık camdan girmeyen gün ışığı ve henüz öğle vaktinde karanlık olan evin içine bakarak, sonbaharın gelmiş oluşunun farkına varmam neden gerekli? Hafta içi ordan oraya koştururken ben hiç farkına varamadan gelseydi ya sonbahar .Sonbahara üye evlat muamelesi yapmıyorum tabi ama, penceremin şöyle bir dünyaya açılması hoş olmaz mıydı?

Öyle bir dünya yok mu?
Efenim?

6 Ekim 2011 Perşembe

özgür kaplumbağa

bugün odama girince bir telaş, hafiften bir tırsma, inceden bir üzüntü, gözümün içine yavaştan dolan bir damla yaş. Sebebi minik su kaplumbağamın yerinde olmayışı.

Bir su kaplumbağasının doğal şartlarda küçük akvaryumunda, suyun içinde uslu uslu yatıyor olması gerekirken boyunun neredeyse iki katı derinliğindeki akvaryumundan tırmanması, zıplaması, hoplaması, suyun kaldırma kuvvetini falan kullanması mümkün değilken, nereye gitmiş olacağı konusunda saçma sapan ihtimaller beynimin içine akın akın dolmaya başladı. Şimdilik, evde kaplumbağamı yiyebilecek başka bir canlı da barınmadığına  göre.

Yatağımın altının en arka ucuna saklanan kaplumbağamı bulmadan önce daha olası köşe bucakları aradım doğal olarak. Masamın altı kalorifer peteğinin arkası falan gibi.
Muhtemelen ben akşam akşam oracıkta ecel terleri dökerken o yatağın altına pısmış bana kıs kıs gülüyordu. Elimde el feneriyle yatağımın tozlu köşelerinde onu arayışım hoşuna mı gidiyordu ki beni böyle üzdü,
yerinden memnun değilmisin diye kaç kere de sordum halbuki
Çok sinirliyim şu an sana çok.
Bugün ceza olarak fazladan 2 yem yiyeceksin.

18 Eylül 2011 Pazar

süiit mızıııer



En sevdiğim şeyler top 40 listesinde her daim ilk 10 da yer alabilmeyi başarabilmiş zıpır yiyeceklerden birinin de süt mısır olduğunu söylemiş miydim?
Küçükken mısırın sütten yapıldığını sanardım. Hatta "hayır, mısır sütten yapılmaz" diyen annemin bir açıklama yapmasına fırsat vermeden "ee mısır sütten yapılmıyorsa, süt mü mısırdan yapılıyor yani, e sütü yapan inek değilmiydi peki?" gibi zihnimin zincirleme anlam karmaşalarına yol açmasına engel olamamıştım.
Birazcık daha annem müdahale etmeden düşünmeye devam etseydim "inekten çıkan hayvansal süt herhalde ki bu da bitkisel süt olmalı" şeklinde bir kanıya varabilirdim. Ne güzel aklıma mukayyet olamıyormuşum o yaşlarda, şimdi pek mümkün olmuyor da.
      Bir de koçanlısı da ayrı bir hoş olurdu ki, bitirdikten sonra tadına doyamayıp koçanın tuzlu suyunu soğurmak yeni heyecanlara yol açardı. Babamın pazardan alıp getirdiği mısırları annemin düdüklüye atmasını ve onların tabiriyle yavaş yavaş içini çeke çeke pişmesini bekleyemediğimizden, birkaç tanesini ayırır ocakta közlerdik. Ne güzel günlerdi.



Şimdi ise yolda, sokak aralarında, kaldırım üstlerinde, ayak üstü her yerde en çok sevdiğim şeyin satılıyor olması hüzünlendiriyor beni.
Lakin her süt mısırcı gördüğümde olduğum yerde zıp zıp zıplayıp ellerimi çırparak kendimden geçiyor olmama ne demeli.

bazen kendimle çelişiyorum.

15 Eylül 2011 Perşembe

ayağımın tozu, elimin hamuru.

merhaba.

Hiç beklemezdim bunu,  çok ani oldu. Şu dakikadan itibaren burada neler yapabileceğim aklıma geldikçe içim bir tuhaf oluyor. Benle alakası yok, sizin için endişeleniyorum ben. 
İlk yazımı yazdıktan hemen sonra, yayınla butonuna basma kararını vermeden hemen önce yüzüme su çarpıp geleceğim.

şimdilik defolup gidiyorum.
yalnız elim hamurlu biraz, kız başıma buralarda böyle.
ayağım da tozlu
yeniyim yani,

öperim.