27 Aralık 2012 Perşembe

mutluluk.


   Güneşin vazifesini icra etmekte istekli davrandığı bir gün, önümdeki sehpanın üzerinde gazetelerin bana karşı elinde kalmış son kozu bulmaca ve kenarında çay fincanının bıraktığı sarı "okundu" damgası...Elimdeki kitabın yarısına gelmişim, dinleyicinin yüzünde en ufak bir yorgunluk belirtisi yok, benimse sırtımda bir ağrı ama hafif; söylendirenlerden değil, tatlı tatlı gerindireninden.
   Tam o ağrının hakkından gelmek –ya da hakkını vermek- için doğrulurken gözüm 5 numaralı odanın aralık kapısına takılıyor. Yaşlı adam gözlüğünü takmış, sırtını yastıklardan ufak bir yığına dayamış, elinde bir kitapla koltuğuna kurulmuş. Ayakucunda, uyanıkken dünyanın insanlara nasıl dar edileceği üzerine doktorasını vermiş tekir kıvrılmış. Nasıl keyifli tekir keratası, yaşlı adamın ufacık bir ayak hareketiyle “hımmmh” diyerek başını çevirmeler, ışıktan nem kapıp patisiyle gözünü kapamalar.

   Öylece kilitlenip kalıyorum. Dakikalarca hiç çıtımı çıkarmadan seyrediyorum. Yaşlı adam  kitabı okurken bir ara kaşlarını çatıyor; “ne okudu da etkilendi” diye geçiriyorum içimden. Kitabın hangi bölümünde olduğunu düşünüyorum; okunmuş ve kalan sayfaların kalınlıklarını hafızamda tartıp o an okumakta olduğu bölümü hayal ediyorum.
   Çayım, gazetede başka bir damganın buruşukluğunu derinleştirirken soğumaya başlamış. Hiç sevmiyorum soğuk çayı; fakat o an umrumda bile olmuyor. Çünkü ben, karşı odada kitap okuyan yaşlı adamın huzurlu gülümseyişine odaklanmışım, aynı adama odaklanmış bir makine de fotoğraf çekmekle meşgul, fakat bu an öyle bir “ gülümseyin!” kadarcık sürede çekilebilecek bir kare değil.

Aralık kapıyı usulca tıklatıp içeri giriyorum.
Bir huzur odası. Yaşlı bir adam. Gözleri yakını zor görüyor, kulakları da az duyuyormuş. Dizleri ağrıyormuş biraz da. "Başka hiçbir derdim yok" diyor. Niye olsun ki.
Olmasın.
Mutluymuş. Öyle diyor.

Ona ait bir odada, eskisinden küçük bile olsa, karşında ışıklarla dolu bir dağ manzarası da olmasa, adını her an anıp onu çağıracak birileri olmasa da yan odada, her gece sarılıp yattığı yastıkta buluyor mutluluğu. "Mutluluk seninle beraber getirdiğin 'ev'indedir" diyor ya, mahvediyor beni.
Bir çerçeve, köşesine torununun tokası kıstırılmış, eski bir radyo -bir radyo kanalı söylüyor hemen, "en güzel türküler burada çıkıyor" diyor- en sevdiği fincanı, yatağının örtüsü..
Hepsinin bir bir hikayesini anlatıyor. 2 gün önce aldığı ayna, dolabının anahtarı, baş ucunda duran lamba..

Oraya girerken sahip olduğum herşey, vücudumun bağımlısı olduğu stres, biri daha geçmeden yenisini yüklendiğim yorgunluk, gözlerimi bozana kadar çalışıp hiçbir şey kazanamamam, hayatın labirentiyle boğuşup bir türlü çıkamayışım, bomboşalmış kafamın içinde anlamsız yankılara dönüşerek dondurulmuş mükemmel anın ekranına çarpıp pıt pıt yere düşüp yok oluyor. Omzumda ağır bir yükle girdiğim kapı bana hamal oluyor. Artık bir parmak şööyle bir dokunsa, halka halka dağılacak kadar su gibiyim.Yutkunduğumda, çakıl taşının dipteki diğer taşlara ulaştığında çıkardığı sesi duyar gibiyim.

Evet, öylesine güzel bir an. Belki bu anlar hayatımda yüzlerce kez tekrarlandı. Bir defa o büyüyü yakalamayı başardığımdaysa benden mutlusu yok artık.

Yalnızlık, zordur. Kim demiş alışılmaz diye. Dünyada en alışık olduğun şeyle gidersin her yere: kendinle..

Mutluluk ise, kimsenin asla bir başkasıyla aynı ölçüde sahip olamayacağı bir şey..

Mutluluk, sensin..

15 Aralık 2012 Cumartesi

iki ters bir düz.


Merhaba.

Sırf bugün şahane şeyler yaptım diye keyifli yazılar yazmak oldukça hoşuma gidiyor, olmasaydı sırf bir şeyler yazabilmek için şahane şeyler yapardım.
Zira 2 farklı renkteki yünlü ipimi ve şişimi elimde aldığımda, gerçekten aklımda sadece 'bir şeyler örmek' vardı.
Öyle ki, bunu yapabilmem için düşünmeme bile gerek yoktu.
Çünkü soğuk bir haftasonu kalorifer peteğinin yanındaki geniş minderli alçak koltuğa kurulduğumda yapacağım ilk şey, müziği orta volume da açıp, ören bayan konumuna gelmek.

Bir şeyler örebilme lüksü, vazgeçmesi en güç lüksler arasında. Galiba ekmeğin köşesi lüksüyle, domatesin tam ortasındaki plazma kısmını yeme lüksünün arasında bir yerlerde, bundan emin değilim ama sonuçta bir parçacığın konumunu da hala tam olarak bilemeyiz değil mi ama.
İşin şahane kısmına dönecek olursak, her zamanki gibi koltuğuma gömülüp müzik eşliğinde birşeyler örmüş olmam değildi bana bunları yazdıran,
Muhtemelen 6-7 gün içerisinde aynı tempoda ördüğüm sürece bitecek gibi duran atkıyı, 32 yaşında bir çocuğun sohbetine nazır örmüş oluşumdu.

10 yıl önce, işi gücü bırakıp doğa fotoğrafçısı olacağım ben demiş yeni yan komşumuz Berna hanım. Biriktirdiği ne varsa koymuş cebine ve düşmüş yollara. Manhattan’dan Kanada’ya; sonra İrlanda’dan Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya, Arnavutluğa, Yunanistan’a ve İstanbul’a uzanan bir yolculuğun hikayesini anlattı bana.

Dinlerken kıskandığımı fark ettim. Hasetimden çatlamadım tabi, ama kıskandım, çünkü biliyorum ki ben hiçbir zaman sahip olduğum her şeyi bırakıp bir sırt çantası ve düşlerimle, başka memleketlerde aylarımı yıllarımı geçiremeyeceğimi düşünürüm. Fakat 20 yaşında bir genç kız, tüm geçmişini sırt çantasına doldurup, makinasının kadrajına dünyayı sığdırmak gibi hayallerle düşüyorsa yollara, ben bu yaşıma gelene kadar neleri atladım acaba diye düşünürüm.
Durum inanılmaz ve oldukça vahimdi dostlarım.
32 yaşındaki o cesur kadın benim yaşımdayken sırt çantası ve fotoğraf makinasıyla neler yaptığını anlatırken 22 yaşındaki ben, karşısında atkı örüyordum.
Bir gariplik vardı.

Şu ana dek çok şey yapmış olmanın verdiği haz, başkasının sizden daha çok şey yaptığını öğrendiğinizde değil, hayallerine en çok yaklaşanı ya da en çok hayalini gerçekleştireni gördüğünüzde son buluyor.
Şu ana kadar bal böceği için ne kadar şahane işler başarmış olmamın hiçbir önemi yok, bal böceği, hayallerine teğet geçtiğim veya hayallerinin üzerinden geçtiğim sürece daha mutlu olcak.
Aslında sorun, herşeyi yapmak yeterince mümkünken bile saçma salak dış engellerle ve kırık dökük cesaretimizle boğuşup kafamızı sürekli toprağa gömmemiz. 
Böyle zamanlarda evren ağlayamıyor. 
Bir yerlerde sürekli birileri “Olması gerekiyorsa, olur..” veya “Hayırlısı..” diyerek, evrenin yüzünün ortasına çok fena bir yumruk indiriyor. 
Evren ağlayamayınca, kuru ayaz oluyor galiba. 
Hipotezimi tam olarak sağlamlaştırmadım henüz, ama genel hatlarıyla böyle. 
Harekete geçmeyip, içerde bir yerde kurulan hayallerin gerçekleştirilmesiyle ilgili bir şeyler yapmayan çocuklarımıza sesleniyorum, çok yüksek ihtimal gerçekten çok güzel bir şeyleri kaçırıyorsunuz. Evrenin ayazını kurutmayın. Ne olur.
Sonra çok soğuk oluyor.

9 Aralık 2012 Pazar

bir çift kapak.




-Yazıyorum, daha fazlasını istiyorum, daha fazla yazmayı. Sayfalarımdaki cümle haline gelmiş kelimeler bir zaman sonra karınca gibi oluyorlar. Sanki yürüyorlar, ilerliyorlar. Parmağımı bastırmak istiyorum, ya gerçekten karınca iseler, ya öldürürsem diye vazgeçiyorum. Okumaya devam ediyorum sonra, uzaktan.

-Bu güne kadar okuduğun en iyi kitap, henüz yazmamış olduğun kitaptır bal böceği. Onu dışarı çıkartmanı sağlayacak kelimeleri hiçbir zaman tam olarak bulamazsın..
 Okuduğun ve sevdiğin kitapları neden sevdiğini düşünürken en sevdiğin kitapların kafanin icine henüz yazmadığın kitaba en yakın duran kitaplar olduğunu fark edersin.
Kurulan cümlelerin, halihazirda içinde bir yerde kurulu halde oynaşan ve öncelikle senin tarafından okunmayi bekleyen cümlelere benzerliğinden heyecanlanırsın.
Bu kitapları okumak, sadece senin duyabildiğin ve kimseye anlatmayı beceremediğin bir sesin, başka seslerin yankısı olabileceğini, onlarla uyumlu olabileceğini hissettirerek, kafandaki kitabin sayfaları arasında taşıdığın yalnızlığın da etkisini azaltır.
 Bir kitabin, insana bilmediği bir şeyi göstermekten, öğretmekten çok daha büyük bir işlevi vardır. Satırlar, kelimeler, noktalar, soru işaretleri, kitabin dışındaki "gerçek" hayatin dehlizlerinde saklı halde duran düşleri, hisleri ve bir geleceği açığa çıkarır.
Her gün ayni pencerenin çerçevesinden ayni şekilde görüldüğü için artık heyecanlandırmayan bir manzaraya yeni bir gözle bakmana neden olur. Bu yeni gözler, yeni bir hayata giden yolu da görür.
O yolun dışında kalan ve inatla insanin hayatına nüfuz eden kötücül, tahripkar, gereksiz duygular ve anları da geride bırakır. Sadece kitapları bağrınıza bastırabilirsiniz, sadece orada yazan sözcükler olabildiğince bağırır.

Bir kitap, bir hayati, alt edebilir."


Kitaplarım.
İki kapak arasına harflerden yeni bir dünya yaratan kağıtlar..
Hayatını yazmaya adayanların, hayatını, okuduğunu yaşamaya adayanlara hediyesi.

16 Ekim 2012 Salı

yalnızlık dediğin ne hoş senfoni.

“Ben ada olmak istemiyorum. Ada dediğin yalnız olur.” dediğimde, ciddiye alınmadığımı biliyorum. -Belki de artık böyle konuşmayı bırakmalıyım-
Ama sonra cevap alamadığımda hemen sokak lambalarının ne kadar yalnız olduğundan bahsediyorum. Isıtıp ısıtıp önlerine koyuyorum. Yalnızlık’tan iyi ekmek yedi insanlar.
Halbuki çoğuna sorsanız, herşeyleri tek kişiliktir... Büyük iki yüzlülük.

O kadar da fena değil gibi.
Güzel bir şarkıda kulaklığı paylaşmak zorunda olmamak, o kadar da fena değil gibi.

Yalnızlık güzel şey...
Güzel şey yalnızlık.
Yalnız kalınca pişiyorsun hani, hatta kendini daha büyük mutluluklara hazırlıyorsun, kendi özünden göklere yelken açıyorsun, kendini kendinde buluyorsun, şarkılar çok daha gü...  la la la laa

"birini seviyorsanız onun sizi ne kadar çok sevdiğini sorgulamakla zaman kaybetmenin anlamı var mıydı?"
"insan bir düşü sevebilir mi?" diye sordu. "evet", dedim hiç düşünmeden, "bence zaten en çok onu sevebilir, bir düşü..." -Kürşat Başar burada benden bahsediyor-






3 Ekim 2012 Çarşamba

ruu-tin hayat



Canım bir şey yapmak istemediğinde, yapmam gereken bir şey olmadığı gerçeğini kendime hatırlatmaya bayılıyorum. Bazı insanların hayal gücü çok gelişkin. Çünkü hayatıma çok kısa bir süre şahit oldukları halde, hiç yorulmayan bir kız olduğuma inanabiliyorlar. Durum böyleyken, son derece ekşınlı geçen şu son iki haftadan sonra, final anlayışımı "sadece ders çalışmak" olgusu üzerine inşaa edip edemeyeceğimi gerçekten oturup düşündüm çocuklar. Oturmamış olabilirim, o kısmı uydurdum ama düşündüm. Sadece ders çalışmak'la neyi kastettiğim hakkında ayrıca konuşabiliriz ama sonuç: inşaa edemem. Çünkü sadece ders çalışmak, ancak, birsürü bir şey yaptıktan sonra söz konusu olabilecek bir şey. Yeteri kadar şey yaşama'nın devamı gibi düşünün, böyle bütün bir süreç. Bütünlük bozulduğunda öldürebilen bir zaman aralığı.
Hepsi içinde.

Bütün bunlara rağmen aslında bazen, mutfak kapısının tokmağına asılı ekmek poşeti bile benden daha neşeliymiş, hayatı daha dolu yaşıyormuş gibime geliyor çoğu zaman.
Yani, ağırlığını önce sola verse, sonra sağa verse, kazandığı potansiyel enerjiyi kinetiğe, kinetik enerjiyi potansiyele döndüre çevire döndüre çevire en az 5 tur sallanır havada.
Ben bunu yapamıyorum mesela.
Peki ya içindeki ekmek türlerinin sürekli değişmesine ne demeli.
Kimi zaman çavdar, kimi zaman tam buğday, olmadı kepek..
Sonra düşündüm..
Ekmek Torbası’nı mutfak kapısının tokmağından başka hiçbir yere asmıyorduk..
Ben en azından okula falan gidiyordum ?!

Ve ekmek poşeti’ne karşı kazandığım zaferin her moleküllerinin tadı tek tek dilimin tomurcuklarının içerisinde keyifle patlarken, kapıyı çekip okul yolu şarkısını mırıldandım, çünkü ıslık çalamıyorum ve asla kulaklığını metroda unuttuğunu farkedip metroyu ıslıkla durduran bir kız olamayacağım.

Ama Tanrı aşkına en azından ben okula falan gidiyorum.

Her neyse.

Konusu olmayan bir yazının daha sonuna geldiğimizi belirtmek zorundayım.
Esen kalın.

10 Eylül 2012 Pazartesi

bal böceği's depressed


 Pazar günü, saat 13.00 de uyandı bal böceği, göz kapakları şiş, yüzü şiş, içi şiş.... Bir of çekti ve yıktı dağları, istemedi kalkmak yatağından, ama uykusu yoktu geç yatmasına rağmen; yüzünü yıkadı ayılmak için, “Şu tipine bi el atmak lazım bal böceği...” dedi aynadaki kendisine...

Dolabı açtı... Dolap doluydu aslında, aşağıdaki sebzelerle bir sote hazırlasa çok güzel olurdu, ne de olsa annesi akşama pişirilecek olan sebzeleri mutlaka hatırlatacaktı, ama üşendi bal böceği... Üst rafların birinden mısır gevreği alıp boca etti bir kaseye, sütü ekleyip ilk lokmayı tattı mutfakta... Ayaklarını yere süre süre bilgisayar odasına gitti, açtı bilgisayarını. Önceki akşamdan kalma notlarını, kitaplarını, karalamalarını bir kenara itti yer açılsın diye; hala yer kaplayan üç dosyayı aşağıya bıraktı... dağınıklıktan ve kalabalıktan  rahatsız olabilirdi normalde ama umrundamıydı diye sorun bir önce...

Facebook... mailleri...twitter.. blog. Birkaç film izledi, kenarda duranlardan. Saate baktığında 19.30 yazdığını fark etti. Hayret etti biraz... ama biraz. Erken kalkacaktı, kahvaltı hazırlayacaktı, evi temizleyecekti, dışarı çıkıp yürüyüş yapacaktı, o gördüğü tarifi yapacaktı; bugün çok şey yapacaktı yani, söz vermişti kendine... Bir of daha çekti ama dağ kalmamıştı ki...

Kitabını alıp bahçeye çıktı bu sefer; sadece elma aldı yanına, bir de üzüm. Yerken okudu... 150 sayfa. Mesaj geldi sonra, yarın yapılacakları not etti telefonuna. Usulca kalktı oturduğu minderin üstünden, oturdu bilgisayara, 2 saat içinde halletti tüm işlerini.

Gece yarısı olmuştu bile....

Yarın yapardı temizliği, yürüyüşü de yarın yapardı. Şimdi çok geç olmuştu, uyumalıydı, sabah erken kalkıp işlerini halletmeliydi.  Komodini üzerinde duran mp3 çalarına baktı, yarın dinlerdi yeni müzikleri. Duş alsam mı dedi, sabah alırdı. Uyumadan önce bir şeyler yazsam mı dedi, yarın yazardı...

Yatar yatmaz daldı uykuya.
Rüya bile görmedi biliyor musunuz?
Yarın görürdü..

9 Eylül 2012 Pazar

my sweet aunt.

Tespitlerime göre "hala olma" tutkum, yıllar yılı, kendinden 10 yaş küçük erkek kardeşiyle ilgilenme sorumluluğu yüklenmiş birinin, abisinin çocuğuna karşı aynı sorumluluğu yüklenmek zorunda bırakılmayacağından ileri geliyor.
Ben sadece, o miniğin halası olmuş olacağım hepsi bu.
Hatta kız olsun bizim olsun,
sonuçta şu hayatta 3 erkekle yaşamanın perişanlığına nail olmuş bir insanım.
Tırnaklarımdaki ojelerim günlerce çıkarılmak için acı çekerken "ödünç istenecek asetonu olan" bir abla\kardeş hasretiyle geçirdim en güzel yıllarımı.
hem kız olursa,
yıllar sonra yaşlarımız birbirine yaklaşmış olacağından, ortada bir yerde buluşur, sek sek oynarız.
sehpanın ayaklarına ip takıp atlarız, 
Ara sıra gördüğü, ama hep özlenen, hep sevilen, en tatlı kaçamaklarının ortağı,
tatlı bir hala olurum diye düşündüm.

Sonra biraz daha düşünüp gözlemleyince, acele etmenin işimize şeytanı karıştıracağı ihtimali doğdu gençler.
ve bu yaşlardaki bir cadının halası olduğum dönemlerde,
muhtemelen daha sevimli bir çocuk doğurmuş olurum diye öngörüp, kursağıma takılan hevesin üstüne bir bardak su içtim.

ve siz aşagıdaki görüntüyü izlerken,
karşınıza nasıl birşeyin çıkacağından emin olamadan tuttuğunuz tüm dileklerinizi kusmanızı öneriyorum.


2 Eylül 2012 Pazar

*Olvido



Zaman; unutulanları eskitir. Ahmet Muhip Dıranas'ın Olvido'sunu hiç eskitmedim ben.

İhtiyacımız olan tek şey; bir parça müzik, huzurlu bir ortam, içine işleyecek birkaç dize, kelime..




 
 
















*
Hoyrattır bu akşam üzerleri daima!
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri; 

Hoyrattır bu akşam üstüleri daima!
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh atılan oklarla delik deşik.
İşte doğduğun eski evdesin birden,
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar gibi bir gün camı açtığını,
Duran bir bulut, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kol kola.
Ya sizler! Ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyar ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ay ışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi aşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen aşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! Ey sen! Esen dallar arasında
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde 

Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş gibi o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

"elim sende"


Annelerimizin anneleri,
Babalarımızın babaları,
asla annelerinin babalarının hatalarını yapmayacaklardı kendi çocuklarını yetiştirirlerken.
Öyle demişlerdi bir sohbetin ortasında arkadaşlarıyla siyah beyaz fotoğraflardaki minik çay bahçesindeki masada otururken.
Sonra ?
“Hayat” oldu.
Sarı mutfak bezleri gibi kirlendi o çay bahçesindeki çocuklar.
Engel olamadılar yine, siyah beyaz bir fotoğraftaki ağacın altına oturmuş muhabbet eden çocuklarının “kendi çocuklarını yetiştirirken anne babalarının hatalarını yapmayacaklarını” söylemelerine.
Ve yine “hayat” oldu.
Yine kirlendi sarı bezler.
Ve bizler,
aşırı renkli bir fotoğrafta deniz kenarında oturmuş laflarken “kendi çocuklarımızı yetiştirirken anne babalarımızın hatalarını yapmayacağımızı” söylerken bulduk kendimizi.
Dünyadaki ilk anne ve baba ne kadar büyük hatalar yaptıysa artık, henüz siyah beyaz fotoğrafların bile olmadığı dönemlerden beri bütün nesiller o hatalar bütününden minik minik parçalar kopararak kendi paylarına düşen kısımları onarmalarına rağmen, bir türlü bitiremediler.

Belki de kabullenmek gerek artık.
Dünya hiçbir zaman sarı bezleri kirletmeyecek kadar temiz olmayacak.

25 Haziran 2012 Pazartesi

sondan bir önceki.

  Yarın akşam abisinin kına gecesi olan bir kız ne yapmaz diye oturup düşünseler, ilk akla gelen şu yaptığım olurdu. "Oturup, hiç işi gücü yokmuş gibi, oraya buraya yazı yazmak." Ama bilirsiniz ben, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir bal böceği olarak, şu yaptığım üzerine bile daha fazla tartışmadan direk konuya girmek isterim.

Uzun zamandır ne yaptığım ve önümüzdeki uzun zaman diliminde ne yapacağım hakkında uzun uzadıya yazmak çizmek gerekeceğinin farkındayım fakat şimdilik pas geçiyorum, asıl şu an bilmeniz gereken, heyecanlı ve telaşlı, mutlu, birazcık buruk ama daha çok eli ayağına dolaşkan çiçeği burnunda bir görümce olarak bilmenizi istediğim tek şey, şu düğün hazırlıklarının bir çeşit ömür törpüsü olduğudur.

Bilmenizi istediğim bir şey daha var, tam çaprazımdaki askıda kınada giyeceğim şahane şey, kına gecesinde çalacak müziklerin klasörünün yer aldığı bir masaüstüm, frenchi yeni yapılmış ve kurumakta olan tırnaklarım ve düğün sonrası viyana macerası boyunca muhtemelen sırtımda olacak sırt çantası odamın kapısından bana gülümsemekteyken hepinizi selamlıyorum.

avucumdaki kınayla dönücem aranıza, görüşemezsek kendinize hakim olunuz.

saygılar.

16 Haziran 2012 Cumartesi

following fifteen years...

Bu satırları sana odamdan yazıyorum. Penceremde müthiş bir manzara var, biraz önce duş aldım saçlarım hala ıslak, baya uzadılar aslında, yakında omuzlarıma gelecekler. 
Her neyse.
Sen nasılsın? Demir ilacına devam mı? 
Aksatma, solmasın yüzün. 
Ben ilaç almaya bile vakit ayırmak istemiyorum. Burada günler harika geçiyor. Bu sabah yağmurun sesiyle uyanmak öyle güzeldi ki. Önce özenle duşumu aldım, sonra bir fincan türk kahvesi pişirdim. Baktım olacak gibi değil, kayıtsız izleyemeyeceğim yağmuru, attım kendimi dışarı. Boş sokaklarda yürüdüm. Islandım. Sırılsıklam oluncaya değin yürüdüm. Sonra hava açıverdi birden. İnsanlar yavaş yavaş sokaklara doluştu. Bir iki sokak çalgıcısı da şenlendirmeye başladı sokakları. Bense doyamamıştım yağmura. Bi kafeye sığındım. Yağmur bulutlarının tekrar güneşi gölgelemesini bekledim. Rabbim içten dileğimi işitmiş olmalı, bu defa kuvvetli bir fırtınayla gönderdi yağmuru. Yine sokaklarda tek başıma kalmıştım. Kollarımı açtım ve rüzgara bıraktım vücudumu. Kah yağmur kah rüzgar oluyordum. Sokaklarca savruldum böylece. Sonra rüzgarın uğultusuna kulak kabarttım. Sanki birkaç sokak ötedeydi uğultunun kaynağı. Takip ettim. Uğultu bir çınar ağacından geliyordu. Yanına gittim. Ne rüzgar kaldı sonra ne yağmur, ne de uğultu. dirilten bir dinginlik. Evimi, odamın karşısındaki çınar ağacını hatırladım. Gülümsedim...
bunları bildiğini biliyorum.
ne de olsa birbirimizden kilometrelerce uzakta aynı hisleri paylaşabiliyoruz hala.

Ama ben, aklımın herhangi bir sokağından geçen hiçbir hatıranın o sokakta kalmasına izin veremedim. Denedim ama yapamadım. Hatıraları aklın bir köşesinde bırakmak, yıllarla beraber acı yükledi bana. Ben de hepsini çöpe attım. Artık hiç birikmiyorlar. Belki doğru değil bu. Ama yeri geliyor, umursamayan kadını oynaman gerekiyor. 

Şimdi geldiğim nokta, lila çiçekli nevresimlerle kaplanmış bir yatağın üstü. Ruhum çalkalanıyor bazen. Duvarlar yoldaşlık ediyorlar bana. Bazen sanki bu yatakta hiç uyumamışım gibi hissediyorum, bazen de başka hiçbir yer benim odam yatağım olmamış. Hiç kimsenin beni merak etmesini önemsemiyorum, çünkü zaten  ''akşam ne yedin'' diye soran yok. Uzun zamandır kimse, yediği çağlayı canım çekince, hadi gidip sen de alsana diye ısrar etmedi bana. Kimse benim çağla yememi önemsemedi, her gün arayıp ne yiyeceksin akşam demedi. İşteyken, her öğlen ne vardı yemekte diye sormadı. 15 yıl geçti aradan, yıllar önce olduğu gibi işte, bazen böyle çalkalanmaya başlar ruhum huysuz çocuklar gibi.
 
Eğer bir gün, olur da bir gün geri dönersem diye, anılarında yaşayan beni bekleme olur mu...O gelmeyecek. Mektuplarımı gönderdiğim defterin arasına sakla, 15 yılın bilmeni gerektirdiği her şey orada. Hatıraları unut, canlı kalan tek şey mektuplar. Döndüğümde bana yabancılık çekmeyesin.
senin yanında el gibi olmak istemem.. 


hasretle 

...


4 Haziran 2012 Pazartesi

duygular hep karmaşık.

Sanki başka işim gücüm yokmuş gibi, şimdi oturup bunları yazdığıma inanamıyorum.

Naber abi ? Biraz önce dolabını tekrar açıp, boş olduğunu gördüğüm ve duygu patlaması yaşadığım ana kadar ben de iyiydim. Saçmalamaya başlayacağım sanırım, uyarayım dedim. Her zamanki gibi umursamayabilirsin.
Zaten yazıyı okuyabileceğini de sanmadığım için yazıyorum tüm bunları.. Karşında durup sana bunları anlatmamı bekleyecek halin yok ya. Anlatamam da zaten…

  Neyi özledim biliyor musun? Bilmiyosun tabi, bilmezsin. Muhtemelen yeni işyerinde seni ne gibi sürprizlerin beklediğini, maaşının hesabına yatacağı günü nasıl iple çektiğini, düğününde seni nelerin beklediğini, evli ve düğünlü bir adam olduktan sonra ne halt edeceğini düşünüyorsundur. Düşün tabi…

  Seninle en son ne zaman abi-kardeş konuştuk hatırlıyor musun? Boşver, ben de hatırlamıyorum. Umursamazın tekisin sen çünkü.. Ha senden aşağı kalır yanım yok aslında; abisinin kardeşiyim ne de olsa ama, az daha yumuşak bi odunum ben, ama sen odunun önde gideniydin her zaman, hatta filama taşıyanı.

   Sahip olduğun herşeye özenirdim. Misketlerine, oyuncaklarına, köyde yaptığın tekerleri köy lastiğinden, gövdesi tenekeden, direksiyon yerinde uzun kavak sopası olan arabalarına, tasolarına, herşeyini biriktirdiğin o tahta sandığına bile.. Çocukluğum seninle evimizin arka bahçesinde top oynayarak geçmiş olabilir, doğrudur. Ama arkadaş bulamadığın zaman benle idare ediyordun ve ben belli etmesemde bundan büyük keyif alıyordum.
  Eski evimizdeki küçük yazı tahtamızda senden öğrendiğim 4 işlemin bana büyük faydasının olduğunu inkar edemem. Sırt çantalarımızı ön tarafımıza doğru takıp, gitar yaparak söylediğimiz ayna şarkılarında her seferinde sen aynanın solisti ben de o kel adam olsam da, göz yumuyordum bu duruma. İnce ve en güzel çatalı almak için birbirimizle yarıştığımızı unuttuğunu söyleme şimdi, en saçma sapan anılar en çok akılda kalandır. Dolaptaki bir dilim pastayı yememem için yaladığını söyleyip tiksindirdiğini de sanıyorsan yanılıyorsun abiciğiim, tiksinmiyordum ve onu yalamadığını abim olduğunu bildiğim kadar iyi biliyordum. En büyük eğlencesinin ataride tank, marıo, street fıghter oynamak olan iki kardeşten beklenebilecek en son şey çok iyi anlaşıyor olmalarıdır aslında. Hayır hiç anlaşamıyorduk biz senle, sadece senin benden benim senden başka oyun arkadaşım olmadığı zamanlarda tahammüle sorluyorduk kendimizi.
Beni çok kızdırmayı başardığın olmuyor da değildi hani, sonunda yine zararlı ben çıksam da bir şekilde intikamımı alıyordum senden, sinirimi yüzünü cimcikleyerek aldığım günün hemen ardından okulda yüzündeki tırnak izleriyle fotoğraf çekinmek zorunda kalman bana pahalıya patlamıştı.

    Çocukluğumuzun tatlı anları sen askeri okula ben yatılı okula gidene kadardı..İkimiz de büyüdük, aylarca yüzümüzü göremediğimiz, konuşamadığımız zamanlar oldu. Öyle kii özlemeye, merak etmeye, konuşmaya ve görüşmeye gerek yoktu. İkimiz de birbirimizden uzakta iyi olmamızı dilediğimizi ve sevildiğimizi iyi biliyorduk.

Ve sonunda benim üniversite yıllarım, senin iş hayatın, bize çaktırmadan büyüdüğümüzü gösteriyordu aslında. Ama ben, sen bu evden gidene dek büyüdüğümüzü kabul etmek istememiştim

   Şimdi evli bir adam olduğun ve artık Kütahya'da yaşayacağın, başka bir ailenin başka bir hayatının olacağı gerçeği beni üzüyor mu mutlu mu ediyor bilmiyorum. İkisi de değil. Pılını pırtını toplayıp düğünden önce defolup gitmeseydin böyle olmayacaktı koca kafa. Düğünden sonra yorgunluktan gittiğinin farkına bile varamayabilirdim çünkü..

Ama tabi sen tüm bunları bilmiyorsun, şu an muhtemelen yeni evinin perdelerini asıyorsundur.
senin odanın perdeleri hep açık,
gelirsen ben her zamanki pc başında odandayım
kalk dersen kalkmıycam bu sefer.
koca kafa.





8 Mayıs 2012 Salı

elif der ki..

"onlara baktıkça hayatta "ilerleme" diye bir şey olmadığını anlıyordu. ellisindeki insanlar bu kadar kusurlu, böylesine çocuksa, on sekizinde büyümek için çabalamaya gerek kalmıyordu. 
demek ki bazı şeyler değişmiyordu hayatta: suratsız bir ergen isen, suratsız bir yetişkin, suratsız bir orta yaşlı, suratsız bir ihtiyar ve suratsız bir ölü oluyordun. şablon kalıcıydı. belki kulağa az biraz karamsar geliyordu ama en azından insanın beyhude yere mükemmellik aramaması gerektiğini gösteriyordu.
 yaşadıkça düzelmiyordu hayat, tıpkı yaşlanmakla büyümediği gibi kişinin. 
bu da bir teselliydi sonuçta. zamanla hiçbir şey değişmeyeceğine ve bu kusurluluk hali baki olduğuna göre asya da aynen olduğu gibi kalabilirdi. 
olanca kusurluluğuyla..."




5 Mayıs 2012 Cumartesi

saklambaç.



açık havaları severdim ben, yıldızları görmeyi. saymayı sonra onları, bir, iki, beş... 
sonsuza kadar gitsin isterdim, sonsuza kadar saymak... 
sayarken unuturdum her şeyi, 
o yüzden, saklambaçı severdim.
her şey oynarken olduğu gibi saklanırdı bir yerlere, dertler, sıkıntılar, acılar.
beynimi kemiren her şey saklanırdı, ya da ben saklanırdım onlardan, köşe bucak kaçardım birisi sayarken.

"doksan dokuz, yüz, sobe!!"

üstlerimizde kirli elbiseler, yorgun ayakkabılar ayaklarımızda, bacaklarımızda diken yırtıkları, dudaklarımızda kahkahalar.. 
başkalarını almazdık oyunumuza, hepimiz çocuk olacaktık, büyükler olmayacaktı, onlar yoktu bizim dünyamızda, sadece oyun oynayacaktık,bir bahçe verselerdi bize, yeterdi. 
bir biz bilirdik bahçemizi, bir de bahçemiz bizi.
birbirimizi sobeleyerek başladık hayata, önce saklandık, sonra yakalandık. Kaçtık, kovalandık.
Büyüdük, daha çok sobe'lendik...Duvarlarımıza elimizi vurarak 'gördüm seni' diye haykırmak, en güzel duygusuydu o anların..
'bir, iki, üç' diye sayarken peş peşe zamanı, kolumuz alnımızda gözlerimiz kapalı, yalnız duvarlarımıza dayamışken başımızı, hiç düşünmemiştik ki alıp götüreceklerini yılların..

çocukluğum, hayallerim,
yoklar şimdi.

''şimdi biz büyüdük ya, ondan değil saklambaç oynamayışımız. 

bi' saklanırsam bir daha çıkmayacağım ortaya .. ondan …''






1 Nisan 2012 Pazar

hayat.part 2

Bugün mütevazi  kitaplığımda gezinirken, Elif Şafak'ı gördüm. Bit Palas'ı.

biri, muhtemelen kitapkurdu olan bal böceğidir, aç bir karıştır kafan dağılsın, deyiverdi içeriden. 

Daha önce okuduğuma emin olduğum şu paragraf, 5 kere daha okutturdu kendini;

"Denizin kıyısında durmuşuz. ayaklarımızı suya salmışız ethel. sen diyorsun ki ' şu ilerideki elli beşinci dalgaya yüzelim birlikte. bak o dalga ne kadar güzel! ' ben de ' hangisi? ' diye soruyorum. daha sorumu bitirmeden yer değiştirmiş oluyor senin işaret ettiğin dalga. bak artık söylediğin yerde değil. elli beşinci değil de otuzbeşinci olmuş şimdi. giderek yaklaşıyor. yani zaten o bu tarafa geliyor. gelirken de elbet bir şeyler getiriyor yanında. şimdi önünde iki seçenek var. ya atlayacaksın denize, dalgaları filan unutup, sen de bir katre olacaksın onun içinde. ya da kıyıda durup, bekleyeceksin. dalgaların kıyıya vurup, parçalanmasını seyreyleyeceksin. o zaman da onlar birer katre olacak gözlerinin önünde. iki türlü yaşanır hayat eğer bir şeye benzeyecekse. 

ya kendini yok edeceksin hayatın içinde, ya da hayatı yok edeceksin kendinde. "


siyah&beyaz


Markette, erişemediği raftaki çikolatayı almaya çalışan çocuğa yardım ettim bugün.
en az onun hissettiği kadar büyük bir sevinç kapladı içimi.
 o ufacık,sarı saçlı,çekik gözlü,minicik parmaklı masumu mutlu etmiş olmanın verdiği huzurla dışarı çıkarken, çocuğu annesinden dayak yerken gördüm.

bağırıyordu..
"alma demedim mi ben sana" diye...

böyledir işte hayat..

siyahı beyaz,
beyazı siyah yapar.

21 Mart 2012 Çarşamba

viz viz....vizeler ggeldiii.


Şu aralar bir yorgun bal böceği var ki sormayın. Ben söylerim.
Haftalardır müzikal hazırlıklarıydı, topluluk işleriydi, sponsorluk görüşmeleriydi, dernek işleriydi, staj işleriydi, almanca kursuydu, bilgisayar kursuydu, ıvırlar zıvırlar derken vizelerime 2.sınıf muamele yaptım, pişman değilim.

Aynı muameleyi kursuma da yapıyorum, bu yüzden dil konusundaki ayran gönüllülüğüme Almanca’dan sonra İspanyolca ile devam edeceğim. Çünkü çok sıkılmaya başladım. Cem Yılmaz haklı, Almanca gerçekten çok kaba, üstelik tüm Hanslar çirkin. Bence.
Ayrıca Türk Telekom stajımın yeri ve zamanının belli olmasıyla beraber yaşadığım coşku, stajın en çetrefilli zamanıma denk gelmesini fark edişimle birlikte balon gibi söndü. Geriye sadece ben, gmailimdeki mail ve sevincim kaldı. Sevincim de sanırım kursağımda bir yerlerde.

Vizelerin gelişiyle bastıran telaş da çok fena. Sürekli bir “ders çalışmam lazım” hali.  Bunun için de 2 gün önce bir atılım yapıp vizelerin ve gönüllerin dostu Işık kırtasiyeyi ziyarete gittim, hallerini hatırlarını ve yeni düşen notları sordum soruşturdum.Tehlike çanları çalmadan hücuma kalkmam lazım.
Ya ben vizeleri alacağım ya vizeler beni, diye yaklaşmayı deneyeceğim bu sefer. Sınavlarımın tümünü bir çırpıda verirsem, içimdeki  bal böcekleriyle el ele verip damat halayı çekeceğiz. İnanırsak olur bence.

Dışardaki bahar havasını görmezden gelişim de ne kadar ultra anormal bir durum.
Baharın gelişine yönelik genellikle ellerimi çırpıştırarak yaptığım sevgi gösterilerimi saymazsak, çiçekli elbisemi, conversimi ve güneş gözlüğümü kuşanıp, oraya buraya papatya toplamaya gitmiyorsam; hani kuşlaar ağaçlaar çiçekler böcekler diyerek ip atlama, top oynama isteğimi bastırıp, tüm bunlar yokmuş gibi davranıyorsam, bunun tek sebebi o zalım vizelerdir.

Kendi kendimi kandırışım, en azından şimdilik, kendimi vizelerime odaklayabilmem açısından daha sağlıklı. Bu yüzden uyumamam gerektiğiyle ilgili beynime ve gözlerime sinyaller gönderip kendime baskı uygulamalıyım.
Bugün yine sabahlar olmasın sloganıyla sabah güneşini göreceğim.

şimdi,
odamın penceresini açıp, ayağıma pantiflerimi geçirip,  üstünde efil efil dumanı tüten nescafemi alıp ders çalışacağım.Yine bir  süre damarlarımda kan yerine nescafe dolaşacak.

Siz de benim gibi düşünüyorsanız gençler, bu gece çalışma masalarımızda toplaşıp, masa lambalarımızı 3 kere yakıp söndürelim. Sonra el ele tutuşup ilham çağıralım olur mu.

Haberleşiriz.


19 Mart 2012 Pazartesi

dore.

bu saatte bu yazıyı, bu sefer kısa olması için, sadece amacına hizmet etmesi için ve sadece senin için 
yazdım.
gerçekten
çok içimden geldi.

seni ne kadar sevdiğimi bilmen için, bir şeyler yapmaya ihtiyacım yok aslında,
çünkü bu amaçla yaptığım hiçbir şey
boynuna atlayıp sımsıkı sarıldığımdaki, yanağına en kocamanından bir öpücük kondurup garip ama içerden gelen bir tonlamayla adını haykırışımdaki mutluluğuma karşılık gelemez.

çünkü,
beni böyle bir ben yapan, 
cansu'nun bir diğer hammaddesi de,
sensin.

seni seviyorum dore.




12 Mart 2012 Pazartesi

hancı&yolcu


Bir bedenin uçsuz bucaksız topraklarına kurulu, her defasında tek bir ziyaretçiyi ağırlayabilecek kadar küçük ve sade bir han vardı eskiden. Vadettikleri, hiçbir zaman haddinden fazla değildi; ama ziyaretçiler bu handa konaklamayı severdi. Çünkü han, yoldaşlık ederdi misafirlerinin mutluluklarına, acılarına, hüzünlerine, gözyaşlarına… Kimi zaman aylar boyunca kimse uğramazdı hana, kimi zamansa, gidenin ardından, bir başkasına kapısını açardı hancı hanedanının.

Ama bir gün, kilit vurdu sahibi hanın kapısına. Dışarıda nice bekleyen, nice içeri girmek isteyen varken hem de. Yolculardan bazıları servetini gösterdi hancıya, bazılarıysa hünerlerini… Başını salladı iki yana hancı, kilit vurduğu kapılar ardından, “Ne hanımın muhteşemliğinden, ne de sizin kıymetsizliğinizden bu reddediliş; gelenim var, onu beklerim, sadece onun girmesine var izin!” dedi, geri çevirdi konaklamak isteyenleri…

Herkes döndü kapının önünden bir bir, başka hanlar, başka sığınaklar aramaya. Ama biri vardı ki, bekledi. Ne malını mülkünü gösterdi, ne kendini. Sustu ve bekledi sadece kapının önünde, herkesin gitmesini.

Yalnız kaldıklarında hancı baktı adama, merak etti, beklediği o mudur diye… Çağırdı adamı, geldi adam kapının önüne. Anahtarı çıkarıp kilide soktu hancı, ama açmadı kilidi. Anahtar kaldı orada, adam kaldı, yolcu kaldı.

Ve sordu hancı… “Kimsin?”

“Benim…” dedi adam, adını zikretti ardından.

Hancı bozmadı istifini, yineledi sorusunu, hem de ne heyecanla!

“Kimsin?”

Adam durdu. Anladı soruda bir Ali Cengiz oyunu olduğunu... Cevap vermedi, gözlerini indirdi ve düşündü.

Günler geceler geçti, adam düşündü. Ne hancı adım attı yerinden, ne yolcu. Bekliyordu ikisi de, beklenilen zamanın kıymeti yoktu, zaman akıp giderdi, yeter ki beklenilen zamana değsindi.

Ve bir gün aniden “O’yum,” dedi adam, “beklediğinim…”

Gözleri doldu hancının, çekti kilidi yerinden. Arkasını döndü ve “Hayır,” dedi, “değilsin.”…

“Ama neden?” diye bağırdı adam hancının ardından…

“Beklenen olmadıktan sonra, sebeplerin ne önemi var?” dedi hancı…

Kapı kilitli kaldı, han yolcusuz, hancı yoldaşsız.

Doğru olan beklemekti, çünkü zaman kıymetsizdi, akıp giderdi; yeter ki beklenilen zamana değsindi…

**************************************************************************************

Derler ki, bir gün Tebrizli Şems, Mevlana’nın kapısını çalmış.

Şems’in gözlerine duvarlar engel değilmiş, görürmüş kapıların ardını, ona kapıyı açmaya gelenin Mevlana olduğunu anlamış.


Celaleddin Rumi ise, gönlüyle bağlı olduğu, ateşiyle piştiği insanın olduğunu, yani Şems olduğunu bilirmiş kapı ardındakinin.

Ama yine de sormuş, “Kimsin?”.

Şems cevap vermiş, “Benim, Şems.”

Mevlana hiç istifini bozmamış, kapıyı açmamış. Ardından tekrar sormuş, “Kimsin?”

Şems gülümsemiş, sorunun bir Ali Cengiz oyunu olduğunu kavramış. Kısa bir suskunluk ardından, “Senim!” demiş, “aç kapıyı Mevlana…”

Mevlana açmış kapıyı, kucaklaşmışlar Şems ile. Bir’miş onlar iki bedende. Nerede, kiminle, nasıl olurlarsa olsunlar, Bir kalacaklarmış ve de…

5 Mart 2012 Pazartesi

bal böcekleri.


Bugün mail kutuma düşen maili siz sevgili bal böceği severlerle paylaşmaktan onur duyarım. Çerçevelettirip duvara asamıyor, öpüp baş ucuma da yerleştiremiyor olabilirim. Ama bu sarıp sarmalayıp bloguma koyamayacağım anlamına da gelmiyor.







""Belki de bal böceği diye bir şey yok diye bilinir ama literatüre bakıldığında Latince ismi APiS olan ve topluluk yaşamı sürdükleri için kendilerine “Sosyal Böcek” denilen, hangisi olduğu çok önemli olmayıp her hangi bir yuvada koloni oluşturan “Bal Arıları” vardır… Bu “Sosyal Böcek”ler, tabirler arası bir birleştirme yaparsak “Bal Böcekleri” yani; 1 kraliçe, 100-200 erkek ve 10-80 bin işçi arı bir koloniyi meydana getirirler. Çıplak gözle bakıldığında bu bir koloni içindeki tüm arılar bir birlerine benzerler fakat Kovan’a yabancı bir arı geldiğinde bir şekilde dışarı atılır. Kraliçe arının salgıladığı kimyasal maddeden alan Kovan’daki arılar, bu madde sayesinde bir birlerini rahatlıkla tanırlar.

Evet “Bal Böceği” senin bünyende aslında tek başına bir “Kovan”;
1 kraliçe arı              : Aklın
100-200 erkek arı    : Olumlu düşüncelerin
10000-80000 işçi arı: Mutsuzlukları bünyenden kovan fikirlerin

Hayatına girip, o iki ayağının üzerinde sımsıkı durmaya çalışan bedeninin dengesini bozmaya çalışan yabancı arıları; aklının salgıladığı kimyasalı kullanarak, olumlu düşüncelere sahip olan 100-200 erkek arı ve mutsuzlukları bünyenden kovan fikirleri taşıyan 10000-80000 işçi arı ile Kovan’ından dışarı atmalısın. Bu Kovan senin, bunu hiç unutma, sen yoksan bu Kovan da yok. Kovan’ın varlığı senin varoluşunla anlam kazanıyor.""


şimdi, hep beraber gülümseyeceğiz


çünkü bana bunu hatırlatan biri var,

o da iyiki var.



2 Mart 2012 Cuma

bugün günlerden..

evet.
tahmin edildiği gibi, biraz sonra şura ya tahmin edilen şeyleri yazacağım.
yalnız bu sefer, burayı okuyacak herkes, bugün oradaydı.
o yüzden bilmeyenlere bugün ne olduğunu anlatmaktan çok, yaptıklarını yüzlerine vurmak istediğim insanlar var. ve onlar, çoğunluktalar.

Bugün oraya gelen o kadar insan içerisindeki en kötü niyetli bendim. İnsanların mekana ve koltuklara sığma problemi yaşadığını gördükçe kıs kıs mutlu olan tek yaratık,
evet o da bendim.

Sanki birgün önce doğumgünü organizasyonu yapmak için değil de ,beni bekletmek ve çileden çıkarmak için sözleşmiş olabilirlerdi, ama bu onların mükemmel bir organizasyon için (mutluluğum devasa boyutlara ulaştı), çok iyi organize olamayacakları anlamına da gelmiyordu.
Bu kadar güzel şeyin bir arada olması mucize gibiydi.
Çok sevdiğim bir mekana, en sevdiğim insanları toplayıp, en sevdiğim pastayı
(her ne kadar, üstüne canculi fun club yazdırma çalışmaları "cuncutration(?) kılab" şekline dönüşmüş de olsa) almış, gündüz gündüz canlı müzik yaptırmışlardı.

Ve onların bütün günü sevinç içinde geçirmemi bekledikleri gündü, oysa ben yine ağlayacak bir şeyler buldum. Mutluluktan ağlamadım tabi. Üzüldüğümden ağladım.

Çünkü, her 2 mart ta, başka başka insanlar olur bugünün kahramanları,
koltuklar boşalır,
yerine yenileri gelir.

Bu sefer, hiç istemediğim kadar çok istedim, bugünün kahramanlarının hiç değişmemesini.
Uzun yıllar aynı yüzleri görmeyi, aynı sesleri duymayı, aynı insanlarla yine bugünlerde birlikte olmayı.

Çünkü tam da bugün, kendim olduğum için, beni ben olduğum için seven insanlarla nice yılları daha geride bırakacağımın sevincini taşıdığım gündü.
ve o sevincin diğer günler gibi uçup gitmesinden korktum.

Aslında doğum günleri her zaman 2 mart, yani doğduğunuz gün değildir.
Bazen sevdiğiniz insanın sizin için yaptığı, varlığıyla süslediği, hayatınızı başka bir şeye çevirdiği günlerin en güzellerindendir..
aslında o günlerin hepsidir.
bugün, o günlerin en güzeliydi.

Yapılan bu şahane kutlamaların izlerini üzerimden silmem için birkaç güne ihtiyacım var.Birkaç saat yalnız kalıp kendi mutluluğumda boğulayım diyorum. Sonra kalkıp allaha şükredeceğim. 

onlar,
iyiki varlar.




22 Şubat 2012 Çarşamba

aslında hayat.


Hayat;
bazen çok güzel.
böyle tutup yanaklarını mıncırmak istiyorum, o derece

Gönlümle baş başa düşündüm de demin, baktım da hiçbir şeye kızacak, gücenecek, kırılacak kadar uzun değil hayat. İş peşinde, kariyer peşinde, aşk peşinde koşturup  kafamızı kaldırmadan yaşayıp gidiyoruz. Anlamlar yüklüyoruz, ilişkileri hayatımız yapıyoruz, kazanıyor, kaybediyoruz. Gidenlere ağlıyor, ağlatıyoruz. Bazılarımız bir ömür toplayamıyor kendini, şişelere düşüyor, bir başkası nefrete kilitliyor. Acı çekiyor cayır cayır. Zaten nefesini tutsan 5 dakikada bitecek birşey yaşamak. Göz açıp kapayıncaya kadar her şey.
Anlamının peşine düşüp kafa yoracak kadar bile uzun değil. Biz yapıyoruz hepsini kendimize, egolarımız, kibrimiz, doymak bilmeyen iştahımızla. 
İki nefes arasına bir nefret, özlem, beklenti, hayal kırıklığı sokamadan yaşayamayacaksak o hayatı, ne anladım ben.




Niye hiçbir şey daimi değil diye düşünüyorum yine şu ara. Yıllar öyle güzel şeyler katmış ki bana, o kadar da çok şey götürmüş.
Çocukluk yıllarının  saflığı, temizliğiyle mahallede yürürken kardeşle yenen bir süt mısırının verdiği huzurunu vermiyor hiçbir şey.
Yaylada ailecek gidilen bir piknikte ateşin üzerinden atlamak kadar eğlendirmiyor hiçbir oyun, hiçbir aktivite.
Bakkaldan aşırılmış bir sakız kadar tatlı değil hiçbir yiyecek.
Kış ortası burnumuz donarken yaptığımız kardan adam kadar özenmemişiz galiba hayata, ya da özenememişiz.
Salı pazarından alınma badminton raketiyle vurmuşuz hayallerimize, hep iki adım önümüze düşmüş, daha öteye değil.
Tetriste rekor kırmaya uğraştığımız kadar uğraşmamışız birbirimizle, ilişkilerimizle.
Çöp tenekesinden çıkan bir kedi bile bizi delicesine güldürüp, 10 saniye önce yaşadığımız acıyı unuttururken,
mutlu olmanın yolunu unutmuşuz şimdi.
Binbir zahmetle bulup da bir araya topladığımız o desenli peçete koleksiyonu sadece burun silmeye yarayacakmış gibi geliyor.
Keşke üstümüzdeki çamuru silseymişiz zamanında, daha güzel dururdu peçetenin üzerinde.

Eksilmişiz.
Hayata gelişimizde bizim olanlar alınmaya başlanmış elden, yavaş yavaş, fark ettirmeden.
ve hiçbir eklenen, o zamanki kadar saf ve temiz duygularla eklenmemiş hayatımıza.

Ne babamız o günkü gibi gülüyor, ne babaannen o kadar dinç, ne sen o kadar temizsin.
Siliniyoruz yavaş yavaş.

İşin garibi de, kısa sayılabilecek şu zaman diliminde bile bu kadar çok şeyin uçup gidebilmesi. Sindiriliyor hayatımız.
Kim nasıl yapıyor bilmiyorum ama, bu kadar çok şeyin arasından, bir bütünün iki yarısı dışında baki kalan tek şeyin 45lik bir kaset olması insanı üzüyor.

Ya biz çok şey bıraktık ardımızda fark etmeden, ya da kapı önünü süpüren yaşlı teyze aldı götürdü her şeyi.

Dikkat ister hayat. belki de gözden kaçırdık bir şeyleri. İlk fırsatta gidilmeli tekrar geriye... en geriye...


O yüzden geriye dönmektense, keşke bile diyememektense. Kıymet bilmeye, şükretmeye, ufacık şeylerden mutlu olabilmeye

17 Şubat 2012 Cuma

halet-i ruhiye kargaşası.



Şimdi kıvrılsam kucağına annemin, saçımı okşasa… “Şşşşşşşşt,” dese; “hepsi geçecek.”

Omzuna yaslasam başımı , sarılıp öpse alnımdan; zaman dursa, öyle kalsak; ben huzurla yıkanana kadar.

Şöyle bir dertleşsek  karşılıklı, kahvelerimizi yudumlayıp lokumlarımızdan bir ısırık alsak.

Bir eski Türk filmi izlesek, ben yine yarısında gülsem, yarısında ağlasam; sonunda “Çok güzeldi değil mi?” desem kurumamış gözlerle.

Müzik dinlesem, Müzeyyen abladan Zeki abi' den nağmeler gramofonun sesine karışsa, ben müziğin ahengine. Babaannemle koyu bir sohbete dalsam, eskilerden..
Sonra saatlerce yağan karı seyretsem, çocukluğum gelse aklıma, sonra hiç gitmese..

Havallar ısınsa Lunapark’a gidip çığlık atsam, atlayıp bir yataklı trene hiç gitmediğim şehirlere gitsem, içimde garip bir hüzün, alsa götürse beni buralardan..

Bir tatlı hüzün rüzgar gibi esse üstüme hani güzel olmaz mıydı.

Ne yazık ki halet-i ruhiyem an itibariyle hüzne tüm kapılarını kapadı.

Benliğimin bilmem hangi kuytusundaki Manic-Depressive-Mode butonunu OFF konumuna getirdim ben bugün.
E neyi açtın, derseniz İngilizce karşılığını tam olarak veremeyeceğim, Hoplak-Zıplak ve Böğre-Basılasıca düğmelerim an itibarıyla ON konumunda.

Bir de Almanca öğreniyorum ya, İngilizcede yeterince yeterli olduğumu kendime kanıtlama çalışmalarım tekerleme çevirmelerimle son hız devam ediyor. Bunu da, çeviri yaparken benle dalga üstüne dalga geçen okul  öncesi örtmeni arkadaşıma ithaf ediyorum:

"take these takatukas to takatuka maker for getting the takatukas takatukated. if the takatuka maker says "i won't takatuka these takatukas", bring the takatukas from the takatuka maker without getting the takatukas takatukated."


ayrıca, bana bazen bazı şeyler gerçekten iyi geliyor.

Buralarda olduğunu biliyorum.,
teşekkürler.

9 Şubat 2012 Perşembe

hıhı evet.

Merhaba, ben sabreden dervişimsi. 
Muradıma erdiğim yönündeki tüm söylentiler kısmen doğru, ama yine de siz, şirinlere ne kadar inanıyorsanız; beklediğinizde gerçekleşeceğine dair tüm söylevlere de o kadar inanın.

Çünkü 22 yıllık hayatımda, olası ikili-üçlü-dörtlü-toplu ilişkilerin tümünün köküne kibrit suyu dökmüş bir genç olarak tek söyleyebileceğim şey şansın bir strateji oyunu olduğudur.
Hayat oyunun kuralları çok basit; ipleri eline alan kazanır, ipleri ele verenin eline verilir. Bu veriştirmece oyununda taraflardan biri kazanana kadar zevklidir bu oyun. Ama biten bir oyuna tekrar başlanmaz; zira eskilerin de dediği gibi; aynı nehirde iki kere yıkanılmaz, güle başka isim versen değişik kokmaz, hatta exten next olmaz. falan.

Keşke kafam güzelliğinde sınır tanımadığını her geçen gün değişik değişik açılardan bize göstermeseydi, her şey çok başka olabilirdi ama, sanıyorum allahın benim belamı verme şekli de bu.

Gerçi allahın belamı vermesine sebep olan tüm aksiliklerin bir anda bende toplanıyor olmaları da gerçeğin en su götürmezi, onu da bilin.

Tıpkı bugün dolmuş şoförünün yaptığı ani frenlemeler neticesinde (hayvan gibi kar yağmasına rağmen) yerimden hoplayıp, kucağımda tuttuğum kitaplarımın dolmuşun koridorunda boydan boya yolculuk yapması gibi. Kendiliğinden patinaj yapabilmeye müsait keçiören-tandoğan yolu boyunca deli gibi (kendi rızasıyla yapıp hıhaahaaha nidalarıyla keyif aldığına bahse girebilirim) koca dolmuşla kaydırmacalık oynayan dolmuşcu ağbeyin hayatının kaldırabileceği ekşın kapasitesini düşünüyorum da, bu şekilde her şeyin kontrolü altında olduğunu düşünüyosa zira, "müsait bir yerde" diye istediğim durakta durdurup, inmekten vazgeçmiş olmam hakkında ise söyleyeceğim tek şey; dolmuş şoförleri akıllı olsun, çünkü ben öyle istiyorum.

Ayrıca karşımızdaki evin çatısında kafam boyunda kar var. Ayrıca bahçeye çıkıp uzaktan baktığınızda boyum 1.40 falan görünüyor, ama siz boyumun 25 santiminin karın içinde olduğunu zaten biliyorsunuz. O yüzden bu hiç de heyecanlı değil.

Ayrıca bugün kütüphanede 2 cümleyi bir araya getiremediğimi gören barney, bana bir taraflarıyla güldü.

Burdan onu da mıncırıyorum yanaklarından.
Bilsin ki yazarak üstesinden gelemeyeceğim halt yok.

öperim.