23 Mart 2013 Cumartesi

and I lost my heart to a galway girl



atlayıp yataklı bir trene, hiç görmediğim bir şehrin, hiç bilmediğim bir kasabasına gitsem
hiç tanımadığım kız çocuklarıyla ip atlasam, lunaparka gidip çığlık atsam, kırlarda koşsam
üzerimde kırmızı elbiseyle girsem; loş ışığı, koyu renk duvar kağıtları olan bir bara,
hepiniz orda olsanız ama hiç tanışmamış olsak,
ben girince içeri  galway girl şarkısını çalmaya başlasa uzun saçlı gitarist,
kalabalığı yarıp ona doğru gitsem gülümseyerek,
bir metre yükseklikteki sahneye atsam sağ ayağımı,
kırmızı topuklu ayakkabımı görünce, gülümseyerek tutsa sağ bileğimden,
çekse sahneye doğru,
mikrofonu alıp başlasam şarkıyı söyleyerek dans etmeye,
hepiniz unutsanız dışarısını,
gülümsemeler suratınıza yapışsa,
içmeden, yalnızca şarkıyla sarhoş olsanız,
dans ederek sarhoş olsanız,
uzun saçlı gitarist de steve earle olsa mesela..
Mutluluk bir rüzgar gibi esse hepimizin üstüne, eskilerden yadigar tüm kırıklar silkelense...
fena mı olurdu?
bi düşünün.
düşünün
bi..






15 Mart 2013 Cuma

ziyadesiyle geç



Derler ki; kızamık, kabakulak ve buna benzer çoğu hastalığı zamanında geçirmezseniz, bu hastalıkların hepsi, tek tek, sizi hayatınızın ilerki dönemlerinde yakaladığı takdirde, ümüğünüzü sıkar. 
Ergenlik de öyle. 
Ben ergenlik dönemi geçirmedim. 
Hayatımın en lay lay lom geçmesi gereken evresinde bir ergenden beklenmeyecek olgunluklar yaptım.
Sonra ne oldu. 
Artık hayat ile ilgili, daha doğrusu hayatım ve şahsımla ilgili, olumlu bir tek kelime etmeyen onlarca insana, olumsuz tek bir kelime etmediğimi, hatta duruma uygun yeni kelimeler ürettiğimi farkettim.
Başkalarına karşı memnunsuzluğum artmasın diye, kendime karşı beslediğim memnunsuzluğum had safhaya ulaştı.
İnsanların ağızlarından çıkacak cümlelerin bir tanesi bile tahammül edilebilir gibi değilken, tahammül edebilmek için yıllarca kendi içimde yarattığım boşluğa baktım.
Öyle kötü hissediyordum ki aslında, dizilerdeki filmlerdeki büyülü mutlu hayatların içine girebilirim acaba diye monitörleri parmakladım.
Annemin yemem için soyduğu greyfurta tiksintiyle bakıp greyfurttan nefret ettiğimi ve portakal yemek istediğimi bile söylemedim.

İşte; zamanında emsallerim gökhan türkmen’li slov parçalar dinleyip tüm hezeyanlarını kusarken, benim hayat sevincee güzel dinleyerek çiçekleri koklamam,
terkedildiklerinde böğürerek ağlarlarken benim aslında doğru düzgün aşık olmayı bile istememem,
dostlarımı ve beni sevdiklerine inandığım insanları sevmekten hiç vazgeçmemem,
şu anda en ufak bir yıkımda gerektiğinden çok daha büyük bir boşluğun içinde olmamın sebebi.
Ama zaten hepimiz şunu biliyoruz ki; evren, dalga geçer gibi, elini kağıdın üstünden kaldırmadan, zarif bir biçimde imza atarcasına, illa ki teşekkür edebileceğiniz bir şeyler bırakıyor yediğiniz her kazığın içine.

Şimdi dönüp bakınca, kocaman koccamaan kutucukları tiklememiş olduğumu görüyorum. Çünkü içimde kaldı. Resmen içimde kaldı.
Keşke diyorum, keşke sırf gömleğinin kenarına yanlışlıkla çorba döküldü diye, yemekhanede herkesin içinde bana bağıran bodur kıza, özür dileyip yanlışlıkla dökme sebebimin(!) açıklamasını yapmaktansa, elindeki tabldotu alıp, kafasını, topuzundan tutup dört beş kez yemekhane fayanslarında sektirseydim. 

Keşke bana yapılan birçok haksızlığı konuşarak çözmeye çalışmak veya sessizce oradan uzaklaşmak yerine, bağırarak ve küfürler ederek çözebilseydim. Dedim ya. Hepsi. Tek tek içimde kaldı.

Hayır. Bakın. Benim yaptığım şeyler, iyi şeyler değil.
Tam tersine, yapmadıklarım, onlar iyi şeyler işte.
Çünkü, yaşımızdan beklenmeyecek gereksiz olgunluklar gerçekten de.. gereksizler.

İnsan, her dönemini, düşünmeden, içinden geldiği gibi yaşamalı ki, sonradan halının altına sakladığınız pislikler ve tozlar, tam misafir geleceği sırada, birden patlayıp, tüm oturma odanızı mahvetmesin.






14 Mart 2013 Perşembe

(..)


Sanırım bilmeniz gereken bir şey var; 

bu yazıyı biten sevginin nereye gittiğini merak edenler için yazıyorum. 

Oyunun içindeyken düzen nizam nedir bilmediğim için doğaçlamayla sona erdirdiğim her oyun, senaryoya bağımlı kalmanın verdiği güvenden yoksun ve bir o kadar da riskli bir şekilde sonlanıyor.Güzel ya da çirkin. iyi ya da kötü. komik ya da değil.
 Her halükarda, sürprizleri sevmeyenlerin tahammül edemeyeceği türden oyunlar oynuyorum. Senaristlere yaşattığım krizler için özür dilerim, aramız ezelden beri iyi değil. 
Ama izninizle sezar'ın hakkı konusunda bir iki şey söyleyeceğim; 

Eline tutuşturulan metinleri, gelebilecekleri en güzel yere getirdiğinden emin olan, iyi bir oyuncuyum sanıyorum. 
Çünkü basit 1-2 cümle yetecekken, egolar yaralanmasın diye tasarlanıp, kalkan niyetine yazılan sayfalar dolusu saçmalığın gelebileceği en güzel yer, ne yazık ki burası.

Ama gelin görün ki, pişman olmama izin vermedikleri her an duyarsızlık kentinde ikamet ediyorum ve şu sıralar, tüm bu olanlar için üzgün olmayışıma üzülmekle meşgulum. 
Okul hayatınız boyunca kaybedip de bulamadığınız silgileri düşünün.
ararsınız ama asla bulamazsınız hani, az önce ordaydı'lar ama şimdi yok!'lar;
biten sevginin nereye gittiğini bilmiyorum ama kaybettiğiniz bütün o silgiler her nerdeyse, onlar da orda bir yerdeler eminim. 

gidin ve kendinize bir adet tükenmez kalem satın alın.

-görüşmek dileğiyle.




11 Mart 2013 Pazartesi

george?






"Düşün ki, herhangi bir zaman, milyarlarca yıl önce her şey yaratılırken, bu masalın eşiğinde dursaydın ve senin günün birinde bu gezegendeki bir hayata doğmak isteyip istememeyi seçme şansın olsaydı.
 Ne zaman yaşayacağını ve burada ne kadar kalabileceğini bilmeyecektin, ama ne olursa olsun kısa bir süreden bahsedilecekti.
Eğer günün birinde dünyaya gelmeyi seçecek olursan, -sadece bizim dediğimiz gibi zaman olgunlaşınca veya 'zaman dürülünce'- onu ve üzerindeki herşeyi terk etmek zorunda kalacağını bilecektin.
Belki bu sana büyük bir acı verecekti, çünkü bir çok insan bu masalsı hayatı o kadar harika bulur ki sadece herhangi bir zaman bunun son bulacağını düşündükçe bile gözleri yaşarır.
Burada her şey o kadar iyi olabilir ki günün birinde artık başka günlerin gelmeyeceğini düşünmek korkunç acı verir.

Neye karar verirdin george, eğer yüce bir güç senden bu kararı istemiş olsaydı? Belki bu büyük ve esrarengiz hikayede kozmik bir peri hayal edebiliriz.
Yüz binler veya yüz milyonlarca yıl sonra kısa veya uzun, bu dünyadaki bir hayatı seçer miydin?"

portakal kız

7 Mart 2013 Perşembe

aklını da al gel.






Yeni bir denemenin eşiğinden bildiriyorum. 
Macera ve yenilik oldu mu, kılcallarda baloncuklar dolaşıyor, bilirsiniz..
Geleceğimin beni tenhada kıstırdığı şu güzel günlerin hatırına "cv güncelle, ön yazı yaz, başvuru yap" olayına girdim 2 gündür.. (evet başka işim gücüm yoktu ; kahveyi fincanın adeleli kollarına emanet edip içine de 2 küp kulpu kırık küüp atıp kalabalığa karışana kadar bir şeyler yapmalıydım..)
Biraz aceleyle ki -fazla acele etmenin mantıksal otoyolu şuna delalet ediyor; aklına gelen şeyi ortaya çıkarmadan önce elde edeceğin sonuç bir şey ifade edecek mi diye azıcık düşünüyorsun ve düşüncen şekle şemale bürünmeden karnı guruldayan teoriyi işleme koyuyorsun.
Evet. Bir anda yeni bir blog daha açarken buldum kendimi.
Ne zamandır kafamda duygusallıktan uzak -fakat oldukça sevimli- bir bilgi paylaşım platformu oluşturma fikri vardı.(bilgi diyorum bak çok ciddi.) Kafamda duracağına bilgisayarımda dursun dedim. Aklınıza türlü yorumlar gelmesin, yormayın kendinizi, bu çok farklı. İş güç derdine düştüm inanamazsınız.

Cv me photoshop bildiğimi yazdım mesela. Öyle dürüstüm ki photoshop öğreniyorum şimdi. Topluluk afişlerini hazırlamaya benzemiyormuş bu iş sevgili blog. İnan çok karmaşık. Youtube dan tekniğini öğrenmek adına bilgi toplamaya çalışırken, çok çılgın bilgiler topladım. Jennifer lawrence'in kafasını kesip Angelina jolie'nin oscar törenindeki meşhur derin yırtmaçlı fotoğrafına yerleştirebilir ve o çaydal bacağın Jennifer’ın olduğuna sizi ve bu bilginin işe alma sürecinde işe yarayacağını umduğum işverenlerimi inandırabilirim mesela.

Bütün bu çabanın nedenine gelecek olursak, tabii ki yine  hayatımın mantıksal çözümü olmayan problemlerden farkı olmadığı o güzel dönemlerden birindeyiz ve ben "ne istediğimi bilseydim ne yapacağımı da bilirdim" dolaylarında enfes pastalar pişirmeye devam ediyorum.
Aslına bakarsanız, bu artık o kadar da mühim bir şey değil. Çünkü baktığınız zaman, ne istediğini ve ne yapması gerektiğini bilen biri olarak 23 yılı devirmişim ve aslında birçok şey yapmış olmama rağmen henüz kayda değer bir şey olmamış (hala kazandığım paralarla alamadığım arabamdan bahsediyorum).
Hal böyle olunca, sorumluluk kelimesini duyduğum an ortamdan sıvışıp, varsın bu sefer de böyle olsun diye çığlıklar atarak, kader denilen arkadaşın kollarına atar oldum son zamanlarda kendimi.
farkındalık ne güzel şey.
Halbuki ben, benliğinden bir haber, aklının esiri olmuş bir insanken, yine birkaç  gündür, aklıma gelen yenilikler kaçıp gitmesin diye aceleyle andımızı okuyorum:

aklını da al gel cansu.

3 Mart 2013 Pazar

sevgili burcu.

Her gece, kapı önüne topladığı ergen takımıyla attığı kahkahalara artık ses çıkarmamamız sebebiyle kendisine yeterince ilgi göstermediğimiz kanısına varan yan komşumuzun ergen kızı sevgili burcu, 
saat sadece 21.00 iken, aile fertlerimden hiç kimse aynı fikirde olmamasına rağmen kapıma dayanıp," müziğin sesi çok geliyor kısarmısıııın ders çalışıyorum daa" diye ciyaklayarak mahallemizin yeni ilgi odağı olmayı başarmıştır. (halbuki aynı kız yaklaşık yarım saattir sosyal medyaya aşk hayatı hakkında anektodlar sunmaktadır, hepsini görüyorum, -beyni su sızdırıyor olmalı..) 

Kapının önüne çıkıp, topuzundan tutup, kafasını dört beş kez pencere demirlerinde sektirmeme olanak vermeyecek kadar hızlı söyleyip gittiği için, burdan kendisini tebrik ediyor, acil şifalar diliyorum. (biliyorum ki bu yazdığımı da okuyacaksın)


şu adam kadar beyininiz olsa dahi yeterdi halbuki. (kesintisiz 10 dakikadır izleyip eğleniyorum lanet olası.)













1 Mart 2013 Cuma

gelişimgüzel




hani sen böyle bir başına gidiyosun uzaklara, bilmediğin bir şehirde saatlerce yürüyosun ıpıslak, yeni yerler görüp, yeni insanlar tanıyosun, kendini pencerelerden sallandırıyosun, çocukları görüp hüzünleniyosun, gözlerin yanana kadar güneşe bakıyosun..

sonra geri geliyosun ya hani,

hani herşey ve herkes bıraktığın gibi -aynen- yerinde duruyo ya;
sanki sen hiç gitmemişsin gibi,
sanki yalanmış gibi.
anlamıyorum.
-bence evrenin en büyük şakalarından biri de bu. evet.

ayrıca internette oyun oynamaktan beyni büzük büzük olan kardeşimin beni ilk gördüğünde tanıyamamış olmasının, haftalardır bilgisayarın başından; sadece yemek yemek, boşaltım yapmak, uyumak ve ara sıra da okula gitmek gibi işlevlerini gerçekleştirmek için kalkmış olması neden olmuş olabilir.

bu şekilde ''aslında ben insanım da...'' demeye çalışıyor sanırım?

ya da gerçekten tanınmayacak halde de olabilirim.

genelde ailecenek yapılan köy tatili faslını, kış-ayaz-soğuk demeden, bir başıma gerçekleştirmiş olduğumdan mıdır nedir (gidip de bir daha ankaraya dönmeyesim, ordan da las vegas'a, las vegas'tan da prag'a gidesim, dönüp de ankarayı görmeyesim vardı halbuki ) üşütmüş olma ihtimalim kuvvetle muhtemel. 

üstüne de yola çıkmadan önce evde kalan son peynirli çöreği (evet. çöreğimiz evde kaldı bizim) sanki başkasının yemesine katlanamayacakmış gibi ağzına kadar tok mideme indirmiş olmamdan olsa gerek, vücudumun fonksiyonlarından biri gitti, bozuldu heralde. 
mesela artık yediğim yemekler soluk borumdan ciğerlerime, soluduğum hava da mideme gidiyor olabilir. 

neyse.

ayrıca da geldiğimden beri  hicaz makamıyla neşeli neşeli söylendiği zaman daha anlamlı hale gelen sanat musikisinin güzide parçalarından ''pencerenin perdesini, aç bana, göster yüzünüüü'' yü söyleyerek geziyor olmamın neşeli görünme kaygımdan başka mantıklı bir açıklaması yok.



anladığınız üzere.
merhaba. döndüm.