Bir bedenin uçsuz bucaksız topraklarına kurulu, her defasında tek bir
ziyaretçiyi ağırlayabilecek kadar küçük ve sade bir han vardı eskiden.
Vadettikleri, hiçbir zaman haddinden fazla değildi; ama ziyaretçiler bu
handa konaklamayı severdi. Çünkü han, yoldaşlık ederdi misafirlerinin
mutluluklarına, acılarına, hüzünlerine, gözyaşlarına… Kimi zaman aylar
boyunca kimse uğramazdı hana, kimi zamansa, gidenin ardından, bir
başkasına kapısını açardı hancı hanedanının.
Ama bir gün, kilit
vurdu sahibi hanın kapısına. Dışarıda nice bekleyen, nice içeri girmek
isteyen varken hem de. Yolculardan bazıları servetini gösterdi hancıya, bazılarıysa hünerlerini… Başını salladı iki
yana hancı, kilit vurduğu kapılar ardından, “Ne hanımın
muhteşemliğinden, ne de sizin kıymetsizliğinizden bu reddediliş; gelenim
var, onu beklerim, sadece onun girmesine var izin!” dedi, geri çevirdi
konaklamak isteyenleri…
Herkes döndü kapının önünden bir bir,
başka hanlar, başka sığınaklar aramaya. Ama biri vardı ki, bekledi. Ne
malını mülkünü gösterdi, ne kendini. Sustu ve bekledi sadece kapının
önünde, herkesin gitmesini.
Yalnız kaldıklarında hancı baktı
adama, merak etti, beklediği o mudur diye… Çağırdı adamı, geldi adam
kapının önüne. Anahtarı çıkarıp kilide soktu hancı, ama açmadı kilidi.
Anahtar kaldı orada, adam kaldı, yolcu kaldı.
Ve sordu hancı… “Kimsin?”
“Benim…” dedi adam, adını zikretti ardından.
Hancı bozmadı istifini, yineledi sorusunu, hem de ne heyecanla!
“Kimsin?”
Adam durdu. Anladı soruda bir Ali Cengiz oyunu olduğunu... Cevap vermedi, gözlerini indirdi ve düşündü.
Günler
geceler geçti, adam düşündü. Ne hancı adım attı yerinden, ne yolcu.
Bekliyordu ikisi de, beklenilen zamanın kıymeti yoktu, zaman akıp
giderdi, yeter ki beklenilen zamana değsindi.
Ve bir gün aniden “O’yum,” dedi adam, “beklediğinim…”
Gözleri doldu hancının, çekti kilidi yerinden. Arkasını döndü ve “Hayır,” dedi, “değilsin.”…
“Ama neden?” diye bağırdı adam hancının ardından…
“Beklenen olmadıktan sonra, sebeplerin ne önemi var?” dedi hancı…
Kapı kilitli kaldı, han yolcusuz, hancı yoldaşsız.
Doğru olan beklemekti, çünkü zaman kıymetsizdi, akıp giderdi; yeter ki beklenilen zamana değsindi…
**************************************************************************************
Derler ki, bir gün Tebrizli Şems, Mevlana’nın kapısını çalmış.
Şems’in gözlerine duvarlar engel değilmiş, görürmüş kapıların ardını, ona kapıyı açmaya gelenin Mevlana olduğunu anlamış.
Celaleddin Rumi ise, gönlüyle bağlı olduğu, ateşiyle piştiği insanın olduğunu, yani Şems olduğunu bilirmiş kapı ardındakinin.
Şems’in gözlerine duvarlar engel değilmiş, görürmüş kapıların ardını, ona kapıyı açmaya gelenin Mevlana olduğunu anlamış.
Celaleddin Rumi ise, gönlüyle bağlı olduğu, ateşiyle piştiği insanın olduğunu, yani Şems olduğunu bilirmiş kapı ardındakinin.
Ama yine de sormuş, “Kimsin?”.
Şems cevap vermiş, “Benim, Şems.”
Mevlana hiç istifini bozmamış, kapıyı açmamış. Ardından tekrar sormuş, “Kimsin?”
Mevlana hiç istifini bozmamış, kapıyı açmamış. Ardından tekrar sormuş, “Kimsin?”
Şems
gülümsemiş, sorunun bir Ali Cengiz oyunu olduğunu kavramış. Kısa bir
suskunluk ardından, “Senim!” demiş, “aç kapıyı Mevlana…”
Mevlana açmış kapıyı, kucaklaşmışlar Şems ile. Bir’miş onlar iki bedende. Nerede, kiminle, nasıl olurlarsa olsunlar, Bir kalacaklarmış ve de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder