27 Aralık 2012 Perşembe
mutluluk.
Güneşin vazifesini icra etmekte istekli davrandığı bir gün, önümdeki sehpanın üzerinde gazetelerin bana karşı elinde kalmış son kozu bulmaca ve kenarında çay fincanının bıraktığı sarı "okundu" damgası...Elimdeki kitabın yarısına gelmişim, dinleyicinin yüzünde en ufak bir yorgunluk belirtisi yok, benimse sırtımda bir ağrı ama hafif; söylendirenlerden değil, tatlı tatlı gerindireninden.
Tam o ağrının hakkından gelmek –ya da hakkını vermek- için doğrulurken gözüm 5 numaralı odanın aralık kapısına takılıyor. Yaşlı adam gözlüğünü takmış, sırtını yastıklardan ufak bir yığına dayamış, elinde bir kitapla koltuğuna kurulmuş. Ayakucunda, uyanıkken dünyanın insanlara nasıl dar edileceği üzerine doktorasını vermiş tekir kıvrılmış. Nasıl keyifli tekir keratası, yaşlı adamın ufacık bir ayak hareketiyle “hımmmh” diyerek başını çevirmeler, ışıktan nem kapıp patisiyle gözünü kapamalar.
Öylece kilitlenip kalıyorum. Dakikalarca hiç çıtımı çıkarmadan seyrediyorum. Yaşlı adam kitabı okurken bir ara kaşlarını çatıyor; “ne okudu da etkilendi” diye geçiriyorum içimden. Kitabın hangi bölümünde olduğunu düşünüyorum; okunmuş ve kalan sayfaların kalınlıklarını hafızamda tartıp o an okumakta olduğu bölümü hayal ediyorum.
Çayım, gazetede başka bir damganın buruşukluğunu derinleştirirken soğumaya başlamış. Hiç sevmiyorum soğuk çayı; fakat o an umrumda bile olmuyor. Çünkü ben, karşı odada kitap okuyan yaşlı adamın huzurlu gülümseyişine odaklanmışım, aynı adama odaklanmış bir makine de fotoğraf çekmekle meşgul, fakat bu an öyle bir “ gülümseyin!” kadarcık sürede çekilebilecek bir kare değil.
Aralık kapıyı usulca tıklatıp içeri giriyorum.
Bir huzur odası. Yaşlı bir adam. Gözleri yakını zor görüyor, kulakları da az duyuyormuş. Dizleri ağrıyormuş biraz da. "Başka hiçbir derdim yok" diyor. Niye olsun ki.
Olmasın.
Mutluymuş. Öyle diyor.
Ona ait bir odada, eskisinden küçük bile olsa, karşında ışıklarla dolu bir dağ manzarası da olmasa, adını her an anıp onu çağıracak birileri olmasa da yan odada, her gece sarılıp yattığı yastıkta buluyor mutluluğu. "Mutluluk seninle beraber getirdiğin 'ev'indedir" diyor ya, mahvediyor beni.
Bir çerçeve, köşesine torununun tokası kıstırılmış, eski bir radyo -bir radyo kanalı söylüyor hemen, "en güzel türküler burada çıkıyor" diyor- en sevdiği fincanı, yatağının örtüsü..
Hepsinin bir bir hikayesini anlatıyor. 2 gün önce aldığı ayna, dolabının anahtarı, baş ucunda duran lamba..
Oraya girerken sahip olduğum herşey, vücudumun bağımlısı olduğu stres, biri daha geçmeden yenisini yüklendiğim yorgunluk, gözlerimi bozana kadar çalışıp hiçbir şey kazanamamam, hayatın labirentiyle boğuşup bir türlü çıkamayışım, bomboşalmış kafamın içinde anlamsız yankılara dönüşerek dondurulmuş mükemmel anın ekranına çarpıp pıt pıt yere düşüp yok oluyor. Omzumda ağır bir yükle girdiğim kapı bana hamal oluyor. Artık bir parmak şööyle bir dokunsa, halka halka dağılacak kadar su gibiyim.Yutkunduğumda, çakıl taşının dipteki diğer taşlara ulaştığında çıkardığı sesi duyar gibiyim.
Evet, öylesine güzel bir an. Belki bu anlar hayatımda yüzlerce kez tekrarlandı. Bir defa o büyüyü yakalamayı başardığımdaysa benden mutlusu yok artık.
Yalnızlık, zordur. Kim demiş alışılmaz diye. Dünyada en alışık olduğun şeyle gidersin her yere: kendinle..
Mutluluk ise, kimsenin asla bir başkasıyla aynı ölçüde sahip olamayacağı bir şey..
Mutluluk, sensin..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder