15 Eylül 2013 Pazar

Eylül



Sana verdiğim süre 52 dakika idi ve doldu.

Mevsiminin özelliğini ilk kez gösterebilme şansı tanımıştım sana, bugün pazardı, mevsim değişikliğinin tam zamanı. Yağmura hafta içi yakalanmayı sevmez insanlar, bu yüzden, 15 Eylül şahane bir tarih.. Arkadaşların Temmuz ve Ağustos gibi bu şansı zekice kullanıp dikkatleri üzerine çekemedin, yazık.

Bak Ekim ve Kasım da aynı senin gibi. Kış kulisinde huzursuzluğa neden oldun. Sanmıyor musun ki arkandan mıyır mıyır konuşuyorlar? Ocak, bu şans kendisine verilseydi önce büyük çaplı bir rüzgarla kızların eteklerini açıp, şemsiyelerini ters yüz etmeye söz vermişti. Şubat desen, “Her Evin Balkonuna Bir Minyatür Kardan Adam” sloganları atıp dururdu.
Peki ya sen?

Kontrol etmek için balkona çıktım.

Gözlerimi kısıp, tüm algılarımı açtım.

Ne yaklaşmakta olan bir bahar, ne yağmur…

Bir yaz havası var hala orda burda.

Tanrı aşkına, iş telaşım başıma belayken, bir de senin şımarıklıklarınla uğraşamam.

Çabuk git, soyun gel. Hala bir sürü yaprak görüyorum üzerinde.

25 Ağustos 2013 Pazar

işte yine aynı yerdeyim


sanki koca bir yıl geçmemiş de, ben bu sıcak ve kahve kokan dükkandan hiç çıkmamışım. hayatım kaldığı yerden devam ediyor gibi. Birazdan eve gideceğim. Sabah erkenden kalkıp taze çörek kokan tandıra ineceğim. Köy kahvesindeki amcalarla gençliğimin kıymetini anlayana kadar sohbet ettikten sonra tarlalara yaylaya dolaşmaya gideceğim. Tekrar eve döneceğim ve taze fasülye ile karpuzdan mütevellit akşam yemeğimi yedikten sonra buraya, bu sıcak ve kahve kokan dükkana geleceğim. Ve bir kaç saat sonra yalnızlığımı özleyip eve döneceğim. Ve gerisi çorap söküğü gibi gelecek.

kaldığım yerden devam edeyim öyleyse..

Ayaklarımda yürüyen minik karıncaları umursamıyorum. Bahçeden topladığım domateslerle kahvaltı yapıyorum. Balkonda ayaklarımı uzatıp batan güneşi ve hemen önümde uzanan sokakta, oyun oynayan çocukları izliyorum; 15 sene önce benim de aynı sokakta aynı oyunları oynadığımı hatırlayarak. Güneşin karşısında sakin ve sessizce ara sıra karıştırılan soğan misali hafif hafif pembeleşiyorum. Kitabımı okuyorum. Daha doğrusu, hemen yanımda beni dinlemek için bekleyen babaannemle birlikte okuyoruz. Babaannem, okuma hızıma yetişemiyor, bazı şeyleri tekrar soruyor.Kız neye üzülmüş ki bu kadar. Bilmem, diyorum. Gözlerim yoruluyor. Aşağı iniyorum. Yavru bir kedinin hayatını kurtarıyorum. Kardeşime acıyı anlatıyorum ve o'ndan mutluluğu dinliyorum. Kardeşime ve arkadaşına sakızlı dondurma ısmarlıyorum. Babaannem, kendi parasıyla ısmarlanan dondurmayı yiyen çocukları izlerken  gülümsüyor.

''Seni nasıl böylesine hırpaladılar? aşk sözcüğünü duyar duymaz karmakarışık korkulara kapılıp gitmene; iki insanın birbirine en yakın olması gereken zamanlarda, uçuruma yuvarlanır gibi kendi içine dönmene; bakman, istemen ve sorman gerektiğinde başını eğmene; bedenin çırılçıplakken kafanı yastıkların altına gömmene kim neden oldu? senden neyi esirgediler?''*

sonrası, aynı kitaptaki gibi...
huzurlu ve bitimsiz bir suskunluk oluyor.

* aslı erdoğan /mucizevi mandarin

























13 Ağustos 2013 Salı

hani


hani böyle akşam 7 sularında kalabalık bi caddede yürürsün, sanki beyninin içi pamukla doluymuş gibi, bomboş düşüncelerle, huphuzurlu..
her adım atışında, kulağına gelen o muhteşem melodiye biraz daha yaklaştığını hissedersin hani,
merak eder, adımlarını hızlandırırsın..
köşeyi dönünce görürsün ki; genç bir adam, adını bile bilmediğin bi müzik aletiyle o güzel sesleri çıkartıyo olur ve sen dans etmek istersin.
istemsiz olarak ellerini şıplatarak tuttuğun ritmle; gelir tam önünde durursun hani gözlerin kapalı,
sonra gözlerini açar açmaz müziğin sahibi güzel insanla gözgöze gelir, bir anda müziği unutup ''ohaağğğ'' dersin hani içinden..
biraz önce dans etmeyi düşünen sen değilmişsin gibi öylece kalakalırsın yerinde.
hani sonra o, içten içten gülümser; sen de eşlik edersin..
sonra da sanki gitmen gerekiyormuş gibi ayaklarına söz geçiremezken, biraz gittikten sonra tekrar dönüp bakarsın,
ve o güzel insan da hala, gülümseyerek, sana bakıyo olur ya hani.
işte aynen öyle oldu bugün.


niye durmaya devam etmedim ki; şahane bir ikili olabilirdik oysa...

 sokaklarda müzik yapıp dans edebilirdik.






6 Ağustos 2013 Salı

tamir bizim işimiz.


Birkaç gün önce güçlü yönlerim hanesine 'yürürken kitap okuyabilmek' maddesini eklemem beni baya mutlu etmişti. Düşünsenize. Hangi insanın kartındaki güçlü yönleri hanesinde 'yürürken kitap okuyabilmek' vardır ki.. Bu, ileri havaifişekçilik gibi az bulunur ve havalı bir yeteneğe sahip olmak gibi bir şeydi sonuçta.
Ne yazık ki işe yaramazlık duygusunun pusuda yatıp günün en savunmasız anında insanın üzerine atlayabileceğini unutmuşum.
Ofisteydim. Bölge yönetmenim bilgisayar başında raporları hazırlarken, beni yazıcıdan çıkacak diğer raporlarımızı yanlışlıkla sahiplenecek insanları misillemem ve bir yandan da açık kapının ardından duyulan müdürler tartışmasına kulak misafiri olmam için  fotokopi makinaları ve yazıcı dizisinin hemen önüne yerleştirdi. Konumum çok stratejikti. Yazıcılar, avrupa ile asyayı birleştirir gibi müdürün odasıyla masaları birleştiriyordu.
Bir noktadan sonra sıkıldım ve önümde arızalı yazan yazıcıyı kurcalamaya başladım.
Bir abi bana doğru yaklaştı ve
"Yoksa sen tamir işlerinden anlıyor musun!???" dedi.
Bir an sessizlik oldu ve herkes kafalarını kaldırıp gözlerindeki soru işaretleri ve bir miktar da beklentiyle ağzımdan çıkacak kelimeleri beklemeye başladı.
"Aae.. Ev..et.. Biliyorum. Yani ben. Birazcık. Şey yani. Babam tamir eder böyle. Hımm. Ben de. Çok değil. Az ama.  Yok abi.. a ay beyfendi."
Ve gerçekten de ne yaptığımı çok iyi biliyormuş gibi bir havayla bir yandan makinanın kapağını kaldırırken diğer yandan arkasındaki kabloları kurcalamaya başladım. Bir fizik problemi çözüyordum sanki. Kaşlarımı eğdim. Dudaklarımı büktüm. Anlama sesleri çıkarttım. Diğer elimle saçlarımı kaşıdım.
Ama hayır işte. Olmuyordu. . Daha önce tamir ettiğim ufak tefek şeylere benzemiyordu işte.
En sonunda renginin mavi olduğunu düşündüğüm kabloyu seçtim ve yerinden çıkararak temas etmiyor olabileceğini düşündüğümü gösterircesine tekrar takmak için elimi kaldırdım.
Tam o sırada yanımda Yazıcıyı Tamir Etme Görevlisi belirdi ve kurcaladığım kabloların hepsini yerinden sökmeden elimi havada yakalayarak,
"Kartuşu bitmiş" dedi ve diğer eliyle açıkta bıraktığım kapağın içerisindeki kartuşu alıp değiştirdi.
Hayatımda hiç bu kadar utanmamıştım..
Ve o an karar verdim..
Tamir yeteneğimi güçlü yönlerime eklemem gerektiğinden artık emindim.

4 Ağustos 2013 Pazar

üzgünüm billy.




Dün, cam kenarındaki tüm masaların dolu olduğunu görüp, cam kenarında yemek yeme isteğinizi o masalardan biri boşalıncaya kadar erteleyip, ortalardan bir masa seçip, her an kalkmaya hazır biçimde, kıçınızı sandalyenin ucuna yerleştirmiş olabilirsiniz. Bir süre geçince farkında olmadan kıçınızın sandalyenin tümünü kullanmaya başladığını görürsünüz. Yine oluyor. Hep oluyor. Elinizde değil. Bağlanıveriyorsunuz. Hiç olmayacak masalara bağlanıveriyorsunuz. Hayır efendim, bu kez kabul etmiyorsunuz. Bu masaya bağlanmadınız, derhal mekanı terk edeceksiniz.

Düşünsenize, çoğumuz, utanıp da acılarımızdan bahsedemiyoruz. Hemen ne kadar kırılgan olduğumuzu anlayacaklar diye ödümüz kopuyor. Hemen bizi üzenler, ne kadar üzüldüğümüzü bar bar bağırdığımız için bizi küçük görecekler diye eteklerimiz tutuşuyor. Ama, hepsini tek tek hakediyoruz. O yüzden, nasıl o cam kenarı olmayan masayı ve mekanı terk ettiysek, bu durumu da derhal terk ediyoruz. Bugün ne kadar üzüldüğümüzden bahsediyoruz, ne kadar ne kadar çok şeyler bekleyip, üstelik tek biri gerçekleşecek olsa, geri kalanları gözümüz kapalı ittirip gerçekleşene huzur dolu biçimde sarılacak olmamıza rağmen, şu an yastıklara sarılıp uyumalarımızdan bahsediyoruz. Bugün bir türlü üst üste aynı imzayı atamadığımız zamanlarımıza dönüp, her şeyi boşverebilmeyi nasıl da deli gibi özlediğimizden bahsediyoruz.

Öyle bir dönemdesiniz ki, kendi yaşadığınız şeyleri yaşayan birine sıkıca tutunacaksınız. Birbirinizin gözlerine bakacaksınız. Hiçbir şey konuşmayacaksınız. Çünkü sizler aynı şeyleri yaşamış olacaksınız. Kalp Kardeşliği. Gördünüz mü. Eğer üzüntünüzden bahsetmeye çekinseydiniz, birbirinizi hiç bulamayacaktınız.
O halde.
Demin de söylediğim gibi.
Bugün ne kadar üzüldüğümüzden bahsediyoruz.
Hadi bakalım. 

20 Temmuz 2013 Cumartesi

kariyerim çok ağrıyor anne.




Merhabalar mer haba lar. Sevgili dostlar. Umarım her şey yolundadır. 
Yayınladığım son yazının mayıs ayında kaleme alınmış olması, mayıs ayından bu yana yazmaya değer hiçbir şey yaşamadığımın alfanümerik hali gibi. Kitap okumaya dahi zamanımızın olmadığı, kendimizi dinleyebildiğimiz tek yerin ankaray/otobüs koltukları olduğu bir dönemdeyiz.

Son yazıdan bu yana pek çok şey oldu halbuki ve ben yine yazmalara üşendim. Üşengeçlikte dünya markasıyım, bir taneyim.
Mezun oldum. Kpss ve türevlerine giriyorum, insanları evlendiriyorum, eşi dostu yurt dışına gönderiyorum. Ve  tüm bu geçen zamanda şuraya ayıracak doğru düzgün hiç vaktim yok.
Ülkede yaşanan olaylar, mezuniyetimle ve sona eren üniversite hayatımla ilgili yazmak istediklerim, bankacılık sektöründe başlamaya karar verdiğim meşhur kariyerim ve olağanüstü mülakat ve iş görüşmesi maceralarım yazmakla bitecek diye korkmuş olabilirim dostlar.
İşte bunlar hep üşenen kız davranışları.
Ama şimdi üşengeçliğimi bir kenara öteleyip, altını eşelemek istediğim bir şey var:

Mezuniyetin ardından koşarak gelen boşluk duygusu. 

Çoğumuzun ne halta  yaradığını henüz bilmediğimiz bu duygu, bizlere yıllarca mutluluğun anahtarı olarak monte edildi. "mezun oldu bizim kız mezun oldu okulunu bitirdi üniversite mezunu mezun mezuun."
Evet mezun olduk.
Mezun bireyler olarak, bizi bünyelerine almamak için direnen kurumların ve iş sahibi meslektaşlarımızın bizi kalemtraş misali açmaya çalıştıklarını hissedeceğiz. Artık girilecek sınav kalmadığında ise önce normalleşme sonra bayağılaşma sürecine gireceğiz. Karşımızda bize sürekli ne yapmamız gerektiği üzerine öğütler düzen, söyledikleri uğultuya dönüşecek tecrübeli büyüklerimiz  olacak.

Eğer yakın zamanda vasat da olsa bir iş sahibi olursak, sabah tam vaktinde bizi masamızda bulabilmelerini tek bir motivasyon ögesine borçlu olacağız: tabii ki para 
Halbuki bir sene öncesine kadar, hayatımızı minimum düzeyde idame ettirmemize yetecek miktardan daha fazlasını kazanmak isteyeceğimizi ya da tahammül eşiğimizi yükseltmeniz gerekeceğini düşünmemiştik.
Şimdi ise her ay başında atm ekranında nasıl daha fazla para görebilirimin hesabını yapıyoruz. İlk anda yürek burkan bir detay olarak kayıtlara geçen bu davranışımızı yeni yeni kabulleniyoruz. 
Açık konuşalım. Bölümümüzden ve olmayan iş imkanlarımızdan nefret ediyoruz. Halbuki hayal ettiğimiz mesleğe sahip olmuş olsaydık zamanı geldiğinde yine  işimizden nefret edecektik. 

İçgüdülerimiz diyor ki, iyi kötü bir işe girebilirsem şu an olduğumdan daha mutlu olabilirim. Muhtemelen bundan beş yıl sonra şu an hayalini kurduğumuz işin sahibi olacağız, fakat tükenmek bilmeyen doyumsuzluk sürekli bir üst pozisyonu isteyecek .Her pozisyon değiştirdiğimizde bünyemize masaj yaptırmışız gibi gereksiz bir rahatlama hasıl olacak. 

Tebrikler, hep birlikte kariyer-mutluluk eğrisinin en dibine düştük. 
Şimdi açıp feysbukta şeker falan patlatalım, katil yakalayalım en iyisi napalım.

Bunlar şimdilik dönüşümü muhteşemleştirme çabaları.
Yine dönüp, sizlere ibretlik hikayeler anlatacağım. 
Şimdilik esen kalın.









20 Mayıs 2013 Pazartesi

yenge, abla yarısı.

Hep ilk başta şöyle düşündüm: Keşke iki erkek kardeşim olacağına, bir erkek bir kız kardeşim olsaydı. Hatta bir abim bir ablam olsaydı, ya da bir abim bir kız kardeşim, ya da bir erkek kardeşim bir ablam. Yani, müşteri memnuniyeti için aynı markanın iki benzer ürününü bulundurmaktansa; farklı markanın iki benzer ürününü bulundurmak akla en yatkın olanıydı.
Karar verildi: 1 adet erkek kardeş 1 adet de abla.

Hızla ikinci aşamaya geçilirdi. Şimdi abiden vazgeçip, onu hiç tanımadığım ve saç rengini, kollarının kilo taşıma potansiyelini tamamen kendi hayal ürünümden oluşturduğum bir ablayla değiştirmeye karar verdim.
Bu noktada kaşımın biri derin düşüncelerle havaya kalkarken, zaman kazanmak için kafamı kaşıyordum.
Plan patlamıştı. Abimden de vazgeçemezdim.

Tamam bir abla bir kız için herşey demekti. Ayak numarasının ve beden ölçülerinin aynı olması takdirinde tüm kıyafetlerin ve ayakkabıların ikiye hatta ablanın alışveriş tutkusuna göre üçe-dörde katlanması, makyaj malzemelerinin genelde para vermeden otlanılması, eve geç gelineceği zaman arkasının kollanması, kırılan kalp vakalarında yan odada nöbetçi eczane bulunması anlamına gelebilirdi.

Ama gel gelelim abi. Abi bir kız çocuğu için babayla anne arasındaki şehirler arası yolculukta, dinlenme tesisleri gibidir.Aslında hiçbir şey yapmasalar da varlıklarıyla bu dünyada size başka kimsenin vermeyeceği güveni verirler. Yedek can gibidir onlar. Bir abi, kız kardeşinin kalbini kolaylıkla kırabilir, kırdığını söyleyemez, çoğu zaman umursamayabilir, değer vermiyormuş gibi görünebilir, günlerce halini hatrını dahi sormayabilir. Bir abi, kız kardeşi kendisine sarıldığında ona içinden geldiği kadar sıkı sarılmaz. Çünkü kız kardeşinin kemikleri incedir(!) ve onları incitmekten ödü kopar, neyse ki kız kardeşi bunu biliyordur, hatta öyle biliyordur ki bunu, ne yapar eder bir yazısının içine sıkıştırıverir.

Ben bir ablamın olabilmesinin tek yolunun abimi feda etmek olduğunu sanarken, bilemezdim ki, bir gün abim bir kızı bu kadar sevecek, sonra bir eliyle benim elimi, bir eliyle kızın elini tutup, ikimizin ellerini birleştirecek.

Hiç aklıma gelmezdi, başka bir yerde başka bir kadının, bir kız çocuğunu, bir gün benim ablam olsun diye yetiştirebileceği ihtimali.
O kadar garip bir duygu ki bu, yani, konserve yaprak sarması gibi, yolda yürürken para bulmak gibi, google’a ‘”dönem ödevi” yazıp çıktı almak gibi, bir sabah uyandığında başucunda sıcacık tost ve portakal suyu bulmak gibi.. Hiç emek vermeden, birden birileri kucağına bir şeyler bırakıyor, dünyalar senin oluyor.

Sen, iyi ki buldun benim abimi. Ara sıra horluyor, çok yemek yiyor ve sürekli atarlanıyor olmasına rağmen onu sevmeye devam ettin. 

Bir de, bilirsin işte, benim hiç ablam olmamıştı.

17 Mayıs 2013 Cuma

this is the life.


Otobüsün sesinden, kulaklığından geliyor olduğunu umduğun müzik sesini duyamazsın. 
Örgü örüp aynı zamanda film izlemek istersin, ama örgü örerken alt yazıyı takip etmeyi unuttuğundan, iğrenç seslendirilmiş dublaja boyun eğersin.
Ama huzurlusundur;
Her an göktaşı düşebilir, yarın abin gelebilir, uzaylılarla odanda nesi var oynayabilir, birazdan istanbulda yaşamaya başlayabilir, bir arkadaşın sana sürpriz yapabilir, miden bulanma işini erteleyebilir, aşık olup evlenebilir, hatta bir oğlun olabilir, bir yerlere gidip çılgınlar gibi şarkı söyleyebilir, dağ bayır demeden günlerce bisiklet sürebilir, sevdiğin adam seni arayıp telefonda saçmalayabilir ve sen yarından itibaren domates yetiştirmeye başlayabilirsin.

-umudunu kaybetme.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Acılı yazı


Sen de tüm ölümlüler gibi, hayatı karmaşık hale getiren pek çok şeyi anlayamıyor ve çözemiyordun.

Aklın almıyordu mesela anılarının bu kadar kalıcı olmasını. İnsan yaşlandığında, anılarından başka bir şey kalmıyorsa elinde eğer, yüksek bir yerden düştüğünde seni kurtaran branda görevi görüyorsa, yüzünde çizgiler oluştuğunda  brandayı reddedip yere çakılarak iç kanamadan ölecektin. Hiç kanamadan ölmekten iyidir. Tabii canım, en azından bir kez kanamalı insan şu hayatta. Kanın renginin kırmızı olduğunu aksiyon filmlerinden öğrenmemeli mesela.

Apar topar sevmenin yanlış olduğunu düşünüyordun ama yavaşça sevmenin de asla bu kadar iyi hissettirmediğini hep bildin. Anlayamadığın şey “iyi hissetme” nin her zaman iyi olmayabileceğiydi. Hisler de insanlar gibiydi, hisler insanlardan daha karaktersizdi hatta. Hisler boşluklarımızdan içimize dolarlardı önce, sonra eğilir, bükülür, değişiverirdik biz de. Hisler, hep aynı yerde çıkan sivilceler gibiydi, biri bittiğinde bile bir sonrakine kadar izini taşıyordu insan. Daha fazla dolacak boşluk bulamadıklarında, akıllarına esince, süzülerek çıkarlardı.

Hisler çıkıp gittikten sonra bile, bir zamanlar sarılıp uyudukların yüzünden, sana kollarıyla yaklaşmaya niyetli herkesten zarifçe sıyrıldın, çünkü işin içine kollar girmişti. Kollar önemliydi. Bir kez kollardan bahsettin mi durmak olmazdı. Kollarınla sardıkların denizler gibiydi. Fazla sıkı sardın, çok derinlere battın.

Otobüste olmak, araba alabilecek zenginlikte olmayan insanların araba sahiplerine yukardan bakabilecekleri yegane yerdi mesela. Dikiz aynasında rujunu tazeleyen kadınları hatırladın. Hayatın cam kenarı varsa eğer, bu bayanların orada oturduğu kesindi.
Sonraki dakikalarda, önce ehliyet sonra araba hayal ederken yakaladığında kendini, hayallerini bile kurallı biçimde kuracak kadar zavallı olduğunu fark ettin.

Asla ait olamayacağın ve  ait olmak istemediğin her şeyi bir bir kesip attın. Bir türlü silemediğin anılarını, kanamaktan korkan yerlerini, hissizliğini, bir daha işe yaramayacağını düşündüğün kollarını, gerçek olmaktan çok kurulmaya devam eden hayallerini..

Sonra hepsini tek tek kesmekten sıkılıp sonunda kalbini de koparttın.

Kesip atmak, üst geçite kadar yürümeye üşenip çimenlere basarak karşıdan karşıya geçmek kadar düşünmeden ve kolayca yapılan bir eylemdi işte. Kamera seninle birlikte hareket etmiyorsa eğer, sen gittiğinde, ayaklar altında ezilmiş çimler kalıyordu ekranda.

Kesip koparttığında kendini yenileyen organın karaciğerindi; kalbin değil. Bu yüzden, biraz daha dikkatli incit. O parçalar hiçbir zaman yerine gelmeyecek arkadaşım.

Acımayacak yerlerinden kopart kendini.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Hızır ile İlyas'a merhaba de tatlım.





Bahar kendini gösterdiğinden beri bugünü bekleyen gül fidanlarımızın yanına gidip fısıldadım usulca.
"Vakit geldi. Hazır mısınız?"

Ortadaki gül fidanı henüz tam açmamıştı. Açan bir sürü gül içerisinden dileğimi ulaştırma görevini ona verdim. Benden başka kimse ona dokunmayacaktı. Sabah gün doğmadan biraz daha açacak ve fısıltımı Hızır ile İlyas'a ulaştıracaktı. 


Ben orada durup güllerle fısıldaşırken, hoplaya zıplaya gül dalı arayan mahallemin çocukları, görünürdeki tek gül ağacının bizim bahçede olduğunu keşfedip, güllerin başında beni  gördüler. Ellerindeki kağıtlarla birkaç saat sonra umutlarımı gömmeyi düşündüğüm alanı işgal edeceklerini fark ettiğimde, onları reddedemeyeceğimi anlayıp çoktan yanıma gelmişlerdi bile.

Ellerinde renkli minik kağıtlara bakarken, yıllar yıllar önce, çocuk ellerimle çizdiğim oyuncak bebekler, kolaylık olması için ok çıkartıp isim yazdığım çöp adamlar ve onların yanına anne zoruyla iliştirilmiş ev resimleri geldi gözümün önüne. 
Ağaca asılan dilek kağıdımı sabah yerinde bulamayıp "Hızıraliesselam benim dileğimi almıış!" diye sevindiğime şahit olanlar, dilek kağıdımı gömdüğüm yerinden almış ve ben aldım diyememişlerdi. Birisi onlara çocukların dileklerinin gerçekleşmesi gerektiğini söylemiş olmalıydı. 

Yıllar sonra eksilmeyen tek şeyin kağıtlara çizebildiğim resimler olduğunu bir kez daha hatırlarken, çocukluğuma bir saygı duruşu yapıp, çocuklara dileklerini asacakları en güzel gülleri gösterdim. Onların dilek dolu kağıtları sessiz gül dallarına çok iyi gelecekti.


Bahçemde renkli renkli kağıtlara yazılı dilekleri taşıyan güller bir yana, dalın dibine gömdüğümüz bozuk parayla Hızır'a rüşvet bıraktığımızı düşünen ve  "Bu resim çizme işi çok sıkıntılı. İşe başladığında maaşını benle paylaşan bir ablam olmasını istiyorum'un resmini nasıl çizicem?" diyen zıpır bir kardeşe de sahip olduğumdan mütevellit, bu hıdrellez bir başkaydı. 


Çok güzeldi.


Sabahın köründe koşa koşa bahçeye gelip dileklerinin yerinde olmadığını gören miniklerin sevinçleri, o kadar saf, o kadar süslenmeden, o kadar karşısındaki insanı ne kadar mutlu ettiğinin bilincinde olmadan, gördüğüm en etkili sevinçti. Bu sevincin aynısını, ilerde, dileklerini gül dalından aldıkları çocukların sevinçlerini gördüklerinde yaşayacaklardı. 


Umut etmeyi bilen çocuklar, dualarının muhakkak duyulacağını öğrendikleri o büyülü geceyi hiç unutmayacaklardı.


Çocukların dilek kağıtlarını ufak bir kutuya koyup, sabaha kadar dökülmüş birkaç gülün yaprağını koydum içlerine. Kurdelelerimi gül dallarında bıraktım. Sonra gittim dans ettim saatlerce.


Tabii ki mutluluğun resmini çizebiliyorum, kağıtsız kalemsiz. 
Ne sandınız.



8 Nisan 2013 Pazartesi

Sevgili Barış Manço,


Dün akşam oğlunu televizyonda izlerken, sana ne kadar çok benzediğini düşünüp, keşke şimdi hayatta olsaydın diye geçirdim içimden.

Adam olacak çocukken, 5 yaşındaydım ben.
Arabanın ön koltuğuna 15 yaşına kadar oturmadım,
Her gün dişlerimi fırçaladım,
Ispanak yedirmeye çalışan anneme hiç karşı çıkmadım,
İlkokulda kaç kere tahtaya kalkıp gül pembeyi söyledim, hatırlamıyorum.
14 yıldır, hala, her bayram sabahı "bu güün baay-ram erken kalkın çocuklaar" diye geziyorum ortalarda.
Büyümek korkunç bir  şey.
Kardeşim seni tanımıyor. Yaşıtları da.
Hasta oluyorlar ve "nane limon kabuğu" nun sözlerini bilmiyorlar .
Oysaki biz, şarkılarının sözlerini unutuyorduk ve buna rağmen sen 10 puan 10 puan 10 puanlarınla şampiyon ilan ediyordun bizi.

Hani,  55 ekran televizyonumuzun ekranından kalbimizi ışıtan sevgine alışıvermiştik ve hayatımızda yer edinmeye başladıktan sonra, bu mucizeyi, her gün televizyon ekranında seni izlerken, şarkılarını dinlerken normal bir şey gibi karşılamıştık ya.

Tıpkı büyüme maceramıza kendi ömrünü sermaye ederek rehberlik ettiğin zamanlarda yaptığın gibi, giderken yine bir şeyler öğrettin. 

Mucizelerin kalıcı olmak zorunda olmadığını.

O kadar çok "müsaadenizle çocuklar" demiştin ki, bir gün gerçekten müsaade isteyip 

gidebileceğini akıl edememiştik, 

10 puan 10 puan 10 puanlarımızı birleştirip sana verseydik biraz daha bizimle kalamaz mıydın?

adam olacak çocuklardık biz.

anlıyorsun değil mi?







-Sen tutup, yıllar önce bal böceği diye şarkı yapıyorsun ve yıllar sonra biri çıkıp blogunun adını bal böceği koyuyor.*

23 Mart 2013 Cumartesi

and I lost my heart to a galway girl



atlayıp yataklı bir trene, hiç görmediğim bir şehrin, hiç bilmediğim bir kasabasına gitsem
hiç tanımadığım kız çocuklarıyla ip atlasam, lunaparka gidip çığlık atsam, kırlarda koşsam
üzerimde kırmızı elbiseyle girsem; loş ışığı, koyu renk duvar kağıtları olan bir bara,
hepiniz orda olsanız ama hiç tanışmamış olsak,
ben girince içeri  galway girl şarkısını çalmaya başlasa uzun saçlı gitarist,
kalabalığı yarıp ona doğru gitsem gülümseyerek,
bir metre yükseklikteki sahneye atsam sağ ayağımı,
kırmızı topuklu ayakkabımı görünce, gülümseyerek tutsa sağ bileğimden,
çekse sahneye doğru,
mikrofonu alıp başlasam şarkıyı söyleyerek dans etmeye,
hepiniz unutsanız dışarısını,
gülümsemeler suratınıza yapışsa,
içmeden, yalnızca şarkıyla sarhoş olsanız,
dans ederek sarhoş olsanız,
uzun saçlı gitarist de steve earle olsa mesela..
Mutluluk bir rüzgar gibi esse hepimizin üstüne, eskilerden yadigar tüm kırıklar silkelense...
fena mı olurdu?
bi düşünün.
düşünün
bi..






15 Mart 2013 Cuma

ziyadesiyle geç



Derler ki; kızamık, kabakulak ve buna benzer çoğu hastalığı zamanında geçirmezseniz, bu hastalıkların hepsi, tek tek, sizi hayatınızın ilerki dönemlerinde yakaladığı takdirde, ümüğünüzü sıkar. 
Ergenlik de öyle. 
Ben ergenlik dönemi geçirmedim. 
Hayatımın en lay lay lom geçmesi gereken evresinde bir ergenden beklenmeyecek olgunluklar yaptım.
Sonra ne oldu. 
Artık hayat ile ilgili, daha doğrusu hayatım ve şahsımla ilgili, olumlu bir tek kelime etmeyen onlarca insana, olumsuz tek bir kelime etmediğimi, hatta duruma uygun yeni kelimeler ürettiğimi farkettim.
Başkalarına karşı memnunsuzluğum artmasın diye, kendime karşı beslediğim memnunsuzluğum had safhaya ulaştı.
İnsanların ağızlarından çıkacak cümlelerin bir tanesi bile tahammül edilebilir gibi değilken, tahammül edebilmek için yıllarca kendi içimde yarattığım boşluğa baktım.
Öyle kötü hissediyordum ki aslında, dizilerdeki filmlerdeki büyülü mutlu hayatların içine girebilirim acaba diye monitörleri parmakladım.
Annemin yemem için soyduğu greyfurta tiksintiyle bakıp greyfurttan nefret ettiğimi ve portakal yemek istediğimi bile söylemedim.

İşte; zamanında emsallerim gökhan türkmen’li slov parçalar dinleyip tüm hezeyanlarını kusarken, benim hayat sevincee güzel dinleyerek çiçekleri koklamam,
terkedildiklerinde böğürerek ağlarlarken benim aslında doğru düzgün aşık olmayı bile istememem,
dostlarımı ve beni sevdiklerine inandığım insanları sevmekten hiç vazgeçmemem,
şu anda en ufak bir yıkımda gerektiğinden çok daha büyük bir boşluğun içinde olmamın sebebi.
Ama zaten hepimiz şunu biliyoruz ki; evren, dalga geçer gibi, elini kağıdın üstünden kaldırmadan, zarif bir biçimde imza atarcasına, illa ki teşekkür edebileceğiniz bir şeyler bırakıyor yediğiniz her kazığın içine.

Şimdi dönüp bakınca, kocaman koccamaan kutucukları tiklememiş olduğumu görüyorum. Çünkü içimde kaldı. Resmen içimde kaldı.
Keşke diyorum, keşke sırf gömleğinin kenarına yanlışlıkla çorba döküldü diye, yemekhanede herkesin içinde bana bağıran bodur kıza, özür dileyip yanlışlıkla dökme sebebimin(!) açıklamasını yapmaktansa, elindeki tabldotu alıp, kafasını, topuzundan tutup dört beş kez yemekhane fayanslarında sektirseydim. 

Keşke bana yapılan birçok haksızlığı konuşarak çözmeye çalışmak veya sessizce oradan uzaklaşmak yerine, bağırarak ve küfürler ederek çözebilseydim. Dedim ya. Hepsi. Tek tek içimde kaldı.

Hayır. Bakın. Benim yaptığım şeyler, iyi şeyler değil.
Tam tersine, yapmadıklarım, onlar iyi şeyler işte.
Çünkü, yaşımızdan beklenmeyecek gereksiz olgunluklar gerçekten de.. gereksizler.

İnsan, her dönemini, düşünmeden, içinden geldiği gibi yaşamalı ki, sonradan halının altına sakladığınız pislikler ve tozlar, tam misafir geleceği sırada, birden patlayıp, tüm oturma odanızı mahvetmesin.






14 Mart 2013 Perşembe

(..)


Sanırım bilmeniz gereken bir şey var; 

bu yazıyı biten sevginin nereye gittiğini merak edenler için yazıyorum. 

Oyunun içindeyken düzen nizam nedir bilmediğim için doğaçlamayla sona erdirdiğim her oyun, senaryoya bağımlı kalmanın verdiği güvenden yoksun ve bir o kadar da riskli bir şekilde sonlanıyor.Güzel ya da çirkin. iyi ya da kötü. komik ya da değil.
 Her halükarda, sürprizleri sevmeyenlerin tahammül edemeyeceği türden oyunlar oynuyorum. Senaristlere yaşattığım krizler için özür dilerim, aramız ezelden beri iyi değil. 
Ama izninizle sezar'ın hakkı konusunda bir iki şey söyleyeceğim; 

Eline tutuşturulan metinleri, gelebilecekleri en güzel yere getirdiğinden emin olan, iyi bir oyuncuyum sanıyorum. 
Çünkü basit 1-2 cümle yetecekken, egolar yaralanmasın diye tasarlanıp, kalkan niyetine yazılan sayfalar dolusu saçmalığın gelebileceği en güzel yer, ne yazık ki burası.

Ama gelin görün ki, pişman olmama izin vermedikleri her an duyarsızlık kentinde ikamet ediyorum ve şu sıralar, tüm bu olanlar için üzgün olmayışıma üzülmekle meşgulum. 
Okul hayatınız boyunca kaybedip de bulamadığınız silgileri düşünün.
ararsınız ama asla bulamazsınız hani, az önce ordaydı'lar ama şimdi yok!'lar;
biten sevginin nereye gittiğini bilmiyorum ama kaybettiğiniz bütün o silgiler her nerdeyse, onlar da orda bir yerdeler eminim. 

gidin ve kendinize bir adet tükenmez kalem satın alın.

-görüşmek dileğiyle.




11 Mart 2013 Pazartesi

george?






"Düşün ki, herhangi bir zaman, milyarlarca yıl önce her şey yaratılırken, bu masalın eşiğinde dursaydın ve senin günün birinde bu gezegendeki bir hayata doğmak isteyip istememeyi seçme şansın olsaydı.
 Ne zaman yaşayacağını ve burada ne kadar kalabileceğini bilmeyecektin, ama ne olursa olsun kısa bir süreden bahsedilecekti.
Eğer günün birinde dünyaya gelmeyi seçecek olursan, -sadece bizim dediğimiz gibi zaman olgunlaşınca veya 'zaman dürülünce'- onu ve üzerindeki herşeyi terk etmek zorunda kalacağını bilecektin.
Belki bu sana büyük bir acı verecekti, çünkü bir çok insan bu masalsı hayatı o kadar harika bulur ki sadece herhangi bir zaman bunun son bulacağını düşündükçe bile gözleri yaşarır.
Burada her şey o kadar iyi olabilir ki günün birinde artık başka günlerin gelmeyeceğini düşünmek korkunç acı verir.

Neye karar verirdin george, eğer yüce bir güç senden bu kararı istemiş olsaydı? Belki bu büyük ve esrarengiz hikayede kozmik bir peri hayal edebiliriz.
Yüz binler veya yüz milyonlarca yıl sonra kısa veya uzun, bu dünyadaki bir hayatı seçer miydin?"

portakal kız

7 Mart 2013 Perşembe

aklını da al gel.






Yeni bir denemenin eşiğinden bildiriyorum. 
Macera ve yenilik oldu mu, kılcallarda baloncuklar dolaşıyor, bilirsiniz..
Geleceğimin beni tenhada kıstırdığı şu güzel günlerin hatırına "cv güncelle, ön yazı yaz, başvuru yap" olayına girdim 2 gündür.. (evet başka işim gücüm yoktu ; kahveyi fincanın adeleli kollarına emanet edip içine de 2 küp kulpu kırık küüp atıp kalabalığa karışana kadar bir şeyler yapmalıydım..)
Biraz aceleyle ki -fazla acele etmenin mantıksal otoyolu şuna delalet ediyor; aklına gelen şeyi ortaya çıkarmadan önce elde edeceğin sonuç bir şey ifade edecek mi diye azıcık düşünüyorsun ve düşüncen şekle şemale bürünmeden karnı guruldayan teoriyi işleme koyuyorsun.
Evet. Bir anda yeni bir blog daha açarken buldum kendimi.
Ne zamandır kafamda duygusallıktan uzak -fakat oldukça sevimli- bir bilgi paylaşım platformu oluşturma fikri vardı.(bilgi diyorum bak çok ciddi.) Kafamda duracağına bilgisayarımda dursun dedim. Aklınıza türlü yorumlar gelmesin, yormayın kendinizi, bu çok farklı. İş güç derdine düştüm inanamazsınız.

Cv me photoshop bildiğimi yazdım mesela. Öyle dürüstüm ki photoshop öğreniyorum şimdi. Topluluk afişlerini hazırlamaya benzemiyormuş bu iş sevgili blog. İnan çok karmaşık. Youtube dan tekniğini öğrenmek adına bilgi toplamaya çalışırken, çok çılgın bilgiler topladım. Jennifer lawrence'in kafasını kesip Angelina jolie'nin oscar törenindeki meşhur derin yırtmaçlı fotoğrafına yerleştirebilir ve o çaydal bacağın Jennifer’ın olduğuna sizi ve bu bilginin işe alma sürecinde işe yarayacağını umduğum işverenlerimi inandırabilirim mesela.

Bütün bu çabanın nedenine gelecek olursak, tabii ki yine  hayatımın mantıksal çözümü olmayan problemlerden farkı olmadığı o güzel dönemlerden birindeyiz ve ben "ne istediğimi bilseydim ne yapacağımı da bilirdim" dolaylarında enfes pastalar pişirmeye devam ediyorum.
Aslına bakarsanız, bu artık o kadar da mühim bir şey değil. Çünkü baktığınız zaman, ne istediğini ve ne yapması gerektiğini bilen biri olarak 23 yılı devirmişim ve aslında birçok şey yapmış olmama rağmen henüz kayda değer bir şey olmamış (hala kazandığım paralarla alamadığım arabamdan bahsediyorum).
Hal böyle olunca, sorumluluk kelimesini duyduğum an ortamdan sıvışıp, varsın bu sefer de böyle olsun diye çığlıklar atarak, kader denilen arkadaşın kollarına atar oldum son zamanlarda kendimi.
farkındalık ne güzel şey.
Halbuki ben, benliğinden bir haber, aklının esiri olmuş bir insanken, yine birkaç  gündür, aklıma gelen yenilikler kaçıp gitmesin diye aceleyle andımızı okuyorum:

aklını da al gel cansu.

3 Mart 2013 Pazar

sevgili burcu.

Her gece, kapı önüne topladığı ergen takımıyla attığı kahkahalara artık ses çıkarmamamız sebebiyle kendisine yeterince ilgi göstermediğimiz kanısına varan yan komşumuzun ergen kızı sevgili burcu, 
saat sadece 21.00 iken, aile fertlerimden hiç kimse aynı fikirde olmamasına rağmen kapıma dayanıp," müziğin sesi çok geliyor kısarmısıııın ders çalışıyorum daa" diye ciyaklayarak mahallemizin yeni ilgi odağı olmayı başarmıştır. (halbuki aynı kız yaklaşık yarım saattir sosyal medyaya aşk hayatı hakkında anektodlar sunmaktadır, hepsini görüyorum, -beyni su sızdırıyor olmalı..) 

Kapının önüne çıkıp, topuzundan tutup, kafasını dört beş kez pencere demirlerinde sektirmeme olanak vermeyecek kadar hızlı söyleyip gittiği için, burdan kendisini tebrik ediyor, acil şifalar diliyorum. (biliyorum ki bu yazdığımı da okuyacaksın)


şu adam kadar beyininiz olsa dahi yeterdi halbuki. (kesintisiz 10 dakikadır izleyip eğleniyorum lanet olası.)













1 Mart 2013 Cuma

gelişimgüzel




hani sen böyle bir başına gidiyosun uzaklara, bilmediğin bir şehirde saatlerce yürüyosun ıpıslak, yeni yerler görüp, yeni insanlar tanıyosun, kendini pencerelerden sallandırıyosun, çocukları görüp hüzünleniyosun, gözlerin yanana kadar güneşe bakıyosun..

sonra geri geliyosun ya hani,

hani herşey ve herkes bıraktığın gibi -aynen- yerinde duruyo ya;
sanki sen hiç gitmemişsin gibi,
sanki yalanmış gibi.
anlamıyorum.
-bence evrenin en büyük şakalarından biri de bu. evet.

ayrıca internette oyun oynamaktan beyni büzük büzük olan kardeşimin beni ilk gördüğünde tanıyamamış olmasının, haftalardır bilgisayarın başından; sadece yemek yemek, boşaltım yapmak, uyumak ve ara sıra da okula gitmek gibi işlevlerini gerçekleştirmek için kalkmış olması neden olmuş olabilir.

bu şekilde ''aslında ben insanım da...'' demeye çalışıyor sanırım?

ya da gerçekten tanınmayacak halde de olabilirim.

genelde ailecenek yapılan köy tatili faslını, kış-ayaz-soğuk demeden, bir başıma gerçekleştirmiş olduğumdan mıdır nedir (gidip de bir daha ankaraya dönmeyesim, ordan da las vegas'a, las vegas'tan da prag'a gidesim, dönüp de ankarayı görmeyesim vardı halbuki ) üşütmüş olma ihtimalim kuvvetle muhtemel. 

üstüne de yola çıkmadan önce evde kalan son peynirli çöreği (evet. çöreğimiz evde kaldı bizim) sanki başkasının yemesine katlanamayacakmış gibi ağzına kadar tok mideme indirmiş olmamdan olsa gerek, vücudumun fonksiyonlarından biri gitti, bozuldu heralde. 
mesela artık yediğim yemekler soluk borumdan ciğerlerime, soluduğum hava da mideme gidiyor olabilir. 

neyse.

ayrıca da geldiğimden beri  hicaz makamıyla neşeli neşeli söylendiği zaman daha anlamlı hale gelen sanat musikisinin güzide parçalarından ''pencerenin perdesini, aç bana, göster yüzünüüü'' yü söyleyerek geziyor olmamın neşeli görünme kaygımdan başka mantıklı bir açıklaması yok.



anladığınız üzere.
merhaba. döndüm.












20 Ocak 2013 Pazar

Bir varmıış bir yokmuuş..




Elektriklerin sık sık kesilmesinin olağan sayıldığı günlerin çocukluğuma rastgeldiği zamanlardı. Salondaki cam kapaklı vitrinin gözünde duran mumların düzenli olarak yanıp küçüldüğü günlerdi o günler .İki kollu gümüş mumluğun vitrine kaldırılmasına ve oradan bütün salona, tacını çoktan yitirdiği halde pelerinini sırtından çıkarmamakta ısrar eden bir kralın acısınası görüntüsüyle bakmasına da çok vardı daha.

Sık sık elektriklerin kesildiği günlerdi ve evin karanlıktan korktuğu için mum ışığının bulunduğu oturma odasından ayrılmayan, fakat ilkokul öncesinin bendine sığmayıp taşan enerjisiyle düz duvara tırmanan küçük kızının (yani bendenizin) zaptedilmesi gerekmekteydi aynı zamanda.

 Evin bu en küçüğünün dahil olmak için her an çabalayıp durduğu halde bir türlü kabul edilemediği ‘Büyükler Kulübü' vardı. Kulüp, bir üyesini bu zaptetme görevini yerine getirmek için görevlendirmekteydi . Her üye kendi zevkini oyun adı altında rahat rahat kakalasın diye.

En küçük büyük, yani abi ile; mum ışığından ve ellerin duvara düşen gölgesinden yararlanılarak oynanan Ali Baba'nın çiftliğinden hayvan manzaraları oyunu.
Ortanca büyük, anne ile;  Al bu dolu şişeyle boş şişeyi, al bir de üstlerine huni, dök suyu bir birine bir diğerinecilik oyunu. 
(Anne evin tek küçüğü ile bolca vakit geçirmenin verdiği deneyimle, bu dünyanın en anlamsız oyununun ona manyakçasına zevk verdiğini keşfetmiştir çoktan)
Sonuçta her seferinde oyuna çıkan ve elektriklerin geri gelip tüm o büyüyü bozacağı ana kadar hevesle peşinden koşulan tüm bu zevklerin içinde bir tanesi vardı ki, tadı elektrikler gelse dahi bozulamadığından bir başka değerliydi:

Büyükler Kulübünün asbaşkanı babaanne ile Masal anlatayım mı sanacılık.

O anların tadı, elektriklerin gelip kendini hatırlatmasıyla bile bozulamazdı; zira o titrek mum ışığında öyle bir dünya kuruluverirdi ki gözümün önünde, ne gücünü geri kazanan florasan lamba, ne sahip olduğu birkaç kanalı anlamsız bir gururla yeniden bağırtmaya başlayan televizyon bozabilirdi bu caanım rüyayı.

Hayalperest bir çocuk olmanın bir takım yararları ve de zararları var. Şöyle ki, eğer hayal dünyası renkli bir çocuk iseniz, iki çomak üç taşla oyun kurma yeteneğiniz sayesinde günlerinizi bir an bile sıkılmadan geçirmeniz mümkündür
 Gelin görün ki bu iki çomak üç taşı oyuncak olarak görme kabiliyetiniz bazen onların aslında ‘sadece taş ve çomak’ olduğu gerçeğinizi kabullenmenizi zorlaştırabilir.
Hele bir de hem gereğinden fazla hayalci, üstüne bir de dünyanızı anlattığı hikayelerle, masallarla süsleyen bir babanneye sahip iseniz, yankıları ilerleyen yaşlarınıza kadar sürecektir.
Üstelik öyle ufak tefek, ruhunuzun bir köşesine tıkıştırıp kurtulabileceğiniz bir huy da değildir bu hayalperestlik.
Yemek masasının altında kendi sarayını kurmuş bir kraliçe iseniz çocukluğunuzda, ileriki yıllarda bir türlü maaşınızı vaktinde ödemeyen iş yerinde ‘ben zaten sadece bu işi sevdiğim için çalışıyorum ki’ diyerek dolaşmanız da mümkündür.
Ama ola ki bu yeteneği bir şekilde kullanmayı başardıysanız, büyük ihtimal sanatla, özellikle de edebiyatla seviyeli bir ilişki yaşayacağınız kesin gibidir. 

Oyunların oyun, masalların masal olduğunu bilecek kadar büyüdüğünüz zaman bile, ruhunuz her daraldığında atacaktır kendini kitapların serin gölgesine.
Atacaktır atmasına da, muhtemelen bu kaçışlarında da çocukluğun o şimdiki hayatınızdan çook uzakta kalmış şekerli tadını arayacağınızdan, içinde bol miktarda beton, metal ve benzeri bulunan bilim-kurgu ve günlük hayatın klişelerinden kurtulamamış tarzlar da, hoşlansanız bile gözbebeğiniz olamayacaktır hiçbir zaman. 

Çünkü sizin seçiminiz yıllar yıllar önce, babaannenizin ‘etin ite, otun ata’ verildiği masallarla belirlenmiştir zaten. Hele hele o babaanne, suyun öte yanındaki köyünü de masal gibi anlatmış ise, içinde bilgisayarların, gökdelenlerin, helikopterlerin, uçakların, üstün özellikli otomobilerin, hatta cep telefonlarının geçtiği eserler uzak gelecektir size. 
Çünkü amacınız zaten tüm bu modern yığıntının istemediğiniz kadar bulunduğu gerçeklikten, hayatınızdan kaçmaktır bir süreliğine.
Kaçmak ve bir romanın huzurlu gölgesi altında soluklanmak, her şeyin dijital bir karşılığının bulunduğu hayatınıza tahammül gücü toplamak adına.

Yani bunca laf salatasıyla demek istediğim odur ki, çocukluğunu babaannesinin dizinin dibinde ondan hikayeler, masallar dinleyerek geçirmiş bir çocuk iseniz benim gibi, bilim kurgu ve akrabası türler favoriniz olmayacaktır asla. 

Gerilim ve macera okuyun ama ara sıra.
İyi olur.

13 Ocak 2013 Pazar

it's over!


Takvimler 2013 diyeli 13 gün olmuş, taslaklar tamamlanacak yazılarla dolup taşarken bir "yayınla" butonu kadar yakın durduğum şu sayfayı başka yerlerle aldatıyorum.
Yine bir pazar günü, dışarda yağmur yağmış, odamda bir final haftası havası.
Ders çalışmak, loreena mckennitt'in harika sesi eşliğinde daha bir çekilesi hale geliyor.

Her şey zaten, pazar gününü 11' e kadar uyuyarak değil de sabahın köründe uyanarak karşılamamla başladı.
Sabahın altı buçuğunda, o gün özellikle uyumanız gereken bir gün olduğu halde sebepsiz yere küt diye uyanıyorsanız, bir gariplik aramanız gerekiyor. 
Üşümemişseniz, odanız fazla sıcak değilse, tuvaletiniz gelmemişse, içerden uyanmanıza neden olacak sesler duymamışsanız, biri gelip sabah ışığının gözünüzü taciz etmesine neden olacak perdeyi açmamışsa, akşam herhangi bir duygu yoğunluğuyla değil standart bir durumda uyumuşsanız şayet, final haftasındaysanız yani geceleriniz yeterince uzun geçiyorsa ve o gün o saatlerde sınavınız yoksa, normal şartlarda uyanmamış olmanız gerekir. 
Uyandıysanız da bir neden aramaktan vazgeçin, muhtemelen standart dışı bir insansınızdır ve uyanır uyanmaz ben niye uyandım diye merak etmek, cevabı bulmak için yakın zamanınızı tümüyle sorgulamanıza neden olacaktır.
Merak etmedim, sorgulayasım da yoktu.
Çünkü canım koşmak istedi. evet evet! koşmak.

Uzun zamandan sonra spor yapmaya başlayınca beden ''noluyor lan?'' tepkisi veriyor ilk dakikalarda. Örneğin, dalak şişiyor, kalp deli gibi kan pompalıyor, kulaklar uğulduyor, akciğerler oksijenden boğulacak gibi oluyor ve bacaklardaki kaslar yorgunluktan çığlık atıyor.
Hiçbirini takmayıp kulağımda bağıran Thom'a içimden eşlik ederek koşmaya devam ettim.
Arabaların arasından koştum. Yeşil eşofmanlarıyla 70 yaşından sonra sağlıklı bir hayata merhaba diyen yaşlı bir amcanın hemen arkasından koştum, kendisini geçmek saygısızlık olurdu.
Belediyenin yaptığı dandik spor aletlerinde ''vici vici'' sesi eşliğinde pedal çeviren başörtülü teyzenin arasından koştum. Bisikletli iki yabancının, iş makinasıyla kaldırımları parçalayan beyaz saçlı amcanın, binaların ve diğerlerinin arasından koştum.

Tuhaftır ki insan koşarken, daha doğrusu spor yaparken kafasını gerçekten boşaltıyor. Çünkü düşünmeye çalıştığım hiçbir şeyin ucunu yakalayamadığımı farkettim. 
Bedenim çalıştıkça zihnim adeta duruluyordu. Acayip hoşuma gitti bu. Her fırsatta bunu yapmaya karar vererek eve dönmek üzere adımlarımı yavaşlattım.

Metronun hemen yanında, camında büfenin iç tarafından yazıldığı için ''aeva tl bulunur'' yazan yeni büfenin yanından geçerken, hala çizgi film izleyecek kadar büyümediğimi ama bazı şeylerin değişmesi için yattığımız koltuklardan kalkmamız gerektiğini bilecek kadar da olgunlaştığımı düşünürken, tandoğan metrosunun hemen yanına bir büfe fikrinin bu kadar geç akıllara gelmiş olmasına sinirleniyordum. 

Tam o köşede biraz soluklanmak için durdum. 
Hazır durmuşken, tam o köşede, bütün herşeye katlanıp, şansımı sonuna kadar zorlayıp, yayalara kırmızı ışığın yanmasına son 5 saniye kala yolun tam ortasına geçip kollarımı iki yana açıp, amerikan filmlerindeki süper güçlü kadın karakterlerin o tavır ve aksanıyla ''it's over!'' demeyi çok istedim..
İstedim, ama sonuç olarak, diyemedim.

Hala nefes nefeseydim. Koşmaktan falan değil. Aslında tek istediğim, bunu yapmamam gerektiği ile ilgili kendimi kandırdığımı nihayet görmüş olmanın heyecanıydı.
Eve gidip ders çalışmam gerekiyordu, bir pazar günü sabahın erken saatlerinde muhtemelen acil işleri olduğu için yollara düşen araç sahipleri uykulu ve bir o kadar da sinirliydiler, yeşil ışığa rağmen yolun ortasında kollarını açmış duran bir insana arabanın camını indirip, yüksek desibellerde söyleyecek birşeyleri elbette ki vardı, hava soğumaya başlamıştı ve yorulmuştum, bu deliliği yaptıktan sonra koşarak uzaklaşacak gücü kendimde bulamayabilirdim.Ve tüm bunlar yüzünden vazgeçtim. Keşke birçok şeyi  göze alabilecek biraz daha gücüm olsaydı.
O şeyi yapmak istiyordum, fakat yapamıyordum.
ve hayat her istediğimizi yapamayışlarımıza rağmen en az frambuazlı turta kadar güzeldi.

Şu an için yapabileceğim en mantıklıca şeyin ders çalışmak olması ne kadar acı. Daha acı olanı yapmak istediklerimi mantıklı ve mantıksız diye sınırlandırmak zorunda kalmam.
İçimden geleni, geldiği gibi yapmak varken, 
hele de şu günlerde.

Neyse, finaller diyorduk. 
Her sene, yurdun dört bir köşesinde şenliklerle kutlanan final haftası dönemine iştirak eden değerli finalistlere başarılar dilemeden önce, onlara bir önerim olacak;

Eğer üniversite öğrencisiyseniz ve son sınıfta değilseniz, size “Oooh daha kaç senen var halledersin halledersin” dediklerinde, kulaklarınızı kapatıp koşarak uzaklaşın yanlarından.
Mantıklı olan bu.

Yani...sanırım.